Carl Gustav Jung’a göre şizofreni, yalnızca biyolojik temelli bir beyin hastalığı değil; aynı zamanda derin bir psişik bölünmenin, bireyin bilinç ve bilinçdışı arasında denge kuramamasının dramatik bir dışavurumudur. Bu durum, ruhun kendi bütünlüğünü yitirmesiyle ilgilidir. Jung, şizofreniyi bir “kişilik bölünmesi” olarak değil, daha çok “bilincin parçalanması” olarak görür. Bu fark, onun yaklaşımını Freud’dan ve klasik psikiyatrideki tanımlamalardan ayırır.
Jung’a göre her bireyin içinde kolektif bilinçdışıya ait arketipsel imgeler, evrensel biçimler ve kalıplar vardır. Normal koşullarda bu arketipsel içerikler semboller aracılığıyla bilinç tarafından işlenebilir. Ancak şizofreni vakalarında bu sembolik işleyiş bozulur. Bilinçdışının içerikleri, sembolleşmeden, ham ve doğrudan biçimde bilince taşar. Kişi, bu içerikleri gerçeklikten ayırt edemez; çünkü onları bir “dil” haline getirecek psikolojik yapı çöküş yaşamıştır.
Bu noktada Jung, şizofreninin imgelerle dolu, mitolojik ve sembolik bir dünya sunduğunu belirtir. Jung’un klinik gözlemlerinde, şizofrenik bireylerin üretmiş olduğu vizyonlar, fanteziler ve sanrılar, çoğu zaman antik mitlerle, arketiplerle ve dinî sembollerle doludur. Bu durum, şizofreninin salt bir bozukluk değil, bastırılmış arketipsel enerjilerin bilinç düzeyine taşmasından doğan bir kriz olduğunu düşündürür.
Jung bu krizi bazen “büyük bir dönüşüm süreci”nin başarısız bir biçimi olarak da yorumlar. Yani bireyin benliğini aşarak daha derin bir psişik bütünlüğe ulaşmaya çalışması, ama bu süreci taşıyacak ego yapısının yetersiz kalması durumunda, kişi şizofreniye düşebilir. Bu nedenle şizofreni, bir tür kendilikle karşılaşmadır ama bu karşılaşma sağaltıcı değil, yıkıcı olur. Jung’a göre kişi bu karşılaşmayı sembolik bir dille, rüyalar, mitler ya da yaratıcı ifade aracılığıyla bütünleyebilirse dönüşüm mümkündür.
Analitik psikolojide tedavi de bu nedenle yalnızca semptomları bastırmak değil, kişiyi yeniden bir anlam ağına yerleştirmek, parçalanmış benliği yeniden yapılandırmaktır. Jung, özellikle aktif imgelem, rüya çalışması ve mitolojik sembollerle kurulan içsel diyalogla kişinin iç dünyasını yeniden bütünleştirmeye çalışır. Bu çaba, şizofrenik bireyin yaşadığı psişik kaosun bir tür “anlam”a evrilmesini sağlayabilir.
Sonuç olarak Jung için şizofreni, yalnızca bir akıl hastalığı değil; anlamı kaybedilmiş bir ruhsal dönüşüm çağrısıdır. Modern toplumun sembollerden ve anlamdan uzak yaşam biçimi, bireyleri bu tür kopuşlara daha açık hâle getirir. Şizofreni, bastırılmış bilinçdışının çığlığıdır — ve bazen bu çığlık, eğer dinlenebilirse, bir içsel uyanışa da kapı aralayabilir.