bodrum escortgaziantep escortgaziantep escortpendik escortbostancı escortkadıköy escortescort izmirankara escortCanlı Casino Siteleriankara escortataşehir escortMebbisEvolve casinoCbet casinoHyper casinoDrift casinoBetsson casinoüsküdar günlük kiralık dairetrendyol indirim kodutipobetCasibommarsbahisvevobahisparibahisbetsatslot siteleri https://en-iyi-10-slot-siteleri.comstarzbet adamsah.netmarsbahiswinxbetbahis sitelericasino siteleriselçuksportsdeneme bonusucasibomstarzbet girişstarzbet girişpasgolbahsegelklasbahisbetebetbelugabahistipobetmariobetbetistmarkajbetparibahisbetineceltabetmatadorbetgrandpashabetcasibomgobahisparmabetbettiltmp3 indirbetnisbetsatbetorspinligobetbetkanyonbetturkeyonwinsahabetrokubetmarsbahisextrabetikimisliwinxbetbahisalgorabetelexbetfunbahisartemisbetbetmatiksupertotobetoleybetbetlikekralbetperabetimajbetlimanbetsavoybetintobetdiscountcasinomostbetbetroadpiabetmeritkingholiganbetjasminbetasyabahisredwinbetkolikdiscountcasino7slotsmilanobetelitbahisorisbetxslotaresbetfavoribahispadisahbetnakitbahispolobetsekabetmatbetpalacebetmrbahistulipbetnorabahismilosbetrexbetjetbahisjojobetonbahissuperbetinbetexperbetperbahigopokerbetalordbahisvdcasinocasinovalebetonredpinupbahis1000baymaviakcebetnoktabetbetturkeyneyinemariobetfavorisen1xbetgrandbettingtruvabetbahiscasinotarafbetbahiscommariobetbetistmarkajbetbetinematadornetcasibombelugabahisbetebet1xbetasyabahiscasinovalediscountcasinoelexbetfavoribahisbahiscombahiscombelugabahisbelugabahisbetistbetistceltabetceltabetklasbahisklasbahismariobetmariobetrestbetrestbettarafbettarafbettipobettipobetcasibomcasibomcasibomcasibomstarzbetsahnebetlimanbetredwinmatadorbetmatadorbetbetkombetkomvenüsbethilbetjasminbetpiabetartemisbetmaltcasinoasyabahisbetorspinbettiltmarkajbetbetkombelugabahisrestbetbetper
Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Bırak Gün Kavuşsun – Ayşe Öztekin

Elinin birini  Rodin’in Düşünen Adam’ı gibi çenesine,  öbürünü oturduğu  iskeleye dayamış, ayaklarını iskeleden denize doğru sarkıtmış öylece duruyordu. Aslında kafasından ve kalbinden geçenlere bakılırsa pek de öylesine oturuyormuş gibi değildi. Bildiği herşeyi unutmuş, tanımlayamaz, adını  koyamaz, dolayısıyla da sanki yokmuş gibi hissediyordu. Ne söylese “hata”, ne başına gelirse “aptallık”, ne ters giderse “beceriksizlik”, canı dinlenmek isterse “tembellik”, birilerine yardım etmek isterse “ele yaranmak”, yazı  yazsa “kandırmaca” ; sevecen olsa “göz boyama” , aşağı  tükürse sakal,  yukarı  tükürse bıyık  cinsinden verilecek  bir ad bulunuyordu.  Artık hareket edemeyecek, söz söyleyemeyecek  gibi  hissediyordu  kendisini. Ara sıra gözleri ufka, ara sıra da  hemen ayaklarının altındaki berrak  suda oynaşan balıklara takılıyordu. Ne kadar gerçekti balıklar? Balık  balıklığını biliyor muydu acaba, Elif Elif’liğini unuttuysa? Hani Nazım’ın “derya içre olup deryayı  bilmeyen balık” dediği balık, deryadan önce kendi balık olmaklığını  biliyor muydu acaba?

Sanki adını  koyduğu, tanımladığı, kendini sıkıştırmaya çalıştığı herşey,  ama herşey anlamını yitirmeye, içini  boşaltmaya başlamıştı. Sanki her cümle kendini başka bir cümleyle, her tanım kendini başka bir tanımla değiller hâle gelmişti. Yoksa o hep istediği AN’a mı  çekiliyordu, yoksa bunun adı  tanımsızlık  diyarı mıydı?

Uzaktan Bülent Ortaçgil’in şarkısı çalındı kulağına, doğruldu:

“Beni kategorize etme
Benle oynama
Yaftayı yapıştırıp
Bana isim koyma

Karikatürleştirme beni
İlahlaştırma
Tabulaştırma sakın
Tapulaştırma
Ben seni öyle sevdim, öyle sevdim
Ben seni

Böyle mi sevdim?

Ne çok şeye isim koyuyoruz diye düşündü, bir hafif meltem yüzünü okşadı tam o anda. Gözlerini kapatınca çocukluğuna uzandı, hep korkunun, endişenin diliyle konuşulan, bazen de büyüklerin istek ve buyruklarına uymazsan tehditkâr söz ve davranışlarına maruz kalınan günlere… Gelirine, giysisine, oturduğu eve, işine, eğitimine kadar sınıflara ayrılmış insanlara başka başka bakılan günlere… Hangi evde yoktur ki aslında böylesi korkularla, sınıflamalarla, kendilerinde olmasa da eskilere atfedilen hikayelerle bezenmiş bir çocukluk?

Dedesinin söylediklerini hatırladı Elif. “Kızım”, derdi dedesi, “olmak istiyorsan önce ezberlerinden, damgalarından, etiketlerinden, zanlarından kurtulacaksın. Bildiklerini bir kenara bırakacaksın. Ahkâmdan kurtulmayan, bu yolda bildim, oldum diyemez.  Bu  hiçbir şey  bilmeyeceksin, hakkını  aramayacaksın, hep  susacaksın anlamına gelmez; sadece kendine ve başkasına haksızlık  etmemek  için, her an yeni bir yaratmada olanın sana sunduğu olasılıkları  görebilmen ve kullanabilmen için, sana verilmiş bir gözlüktür o. Al  bu  gözlüğü kullan da daha derinden gör diyeHerkes Şems-i Tebrizi’nin havuza attığı kitaplarla Mevlâna’yı anar da, o havuza atılmış tozlu  kitaplar eğretilemesinin ne anlama geldiğini pek  bilmez.. İşte herşey, o ezberi bozmak, kuraldan, hükümden, bildiğinden bir an olsun çıkıp  başka soru  sorabilmek, başka türlü düşünüp, başka pencereden bakabilmek  içindir.”

“Ne kadar doğru  söylüyormuş dedem” diye düşündü. “Ama bunu  anneme de öğretseymiş ya! Düşünmediğim, söylemediğim, hiç niyetimde olmayanları bana yakıştırıp yapıştıran, kendi kafasının içinde geçenleri ben söylemişim gibi gören ve göstermeye çalışan anneme.”

Aslında etiket deyince aklıma, ilkokuldan itibaren kapladığımız defter ve kitapların üzerine yapıştırdığımız düz, çizgili veya çiçekli böcekli küçük kağıt parçacıkları gelirdi hep. Ne kitabı, ya da ne defteri olduğunu ayırt etmek ve işimizi kolaylaştırmak için, üstüne kısa bilgi yazıp  sınıflamak içindi onlar. Okula başlamadan önceki en sevdiğim işti. Meğer ne çok  şeye yapıştırmaya alışmışız o etiketleri. Sonra da o  öğrendiklerimizin bıraktığı izlerde gide gele, çıkamaz olmuşuz doğru sandıklarımızdan. Belki bir sapsak o yoldan, daha renkli, daha coşkulu, daha kolay yollar, yaşantılar, dostlar bulacağız kendimize. Çocuklarımızı gelenek diye,  doğrular diye, ben anneyim, ben babayım, ben erkeğim, ben halayım, ben şuyum ben buyum diye kabuklara, kılıflara boğup da kendini göremez hale gelinceye dek yabancılaştırmayacağız. İşin kolayına kaçmayacağız.

Elif bu  düşüncelerle, sorularla boğulmuşken,  arkadaşı Kenan geldi, Elif’in yanına, oturdu.

  • Dalma kızım bu kadar derine, balıklar bile suyun üstünde nerdeyse. Sen neredeysen çık oradan artık?
  • Dünyam altüst olmuş gibi hissediyorum, dedi Elif.
  • Akıllım, ne demiş Şems, “dünyam alt üst oldu diye hayıflanıyorsun, ama dünyanın altının üstünden daha kötü olduğunu nerden biliyorsun?”
  • Değilmiş miymiş? Hem ben akıllı mıyım,  annem hep aptal derdi bana,  dedi Elif.
  • İnsanın hayatında dibe vurduğu, her şeyin ters(!) gittiğini düşündüğü zamanlar vardır. En karanlık zamanlar gibi gelir o zamanlar; yaşayan için öyledir de… İşte o zamanlarda, yani karanlığın en koyu yerinden doğar aydınlık. Bir rüya, bir kitap, bir söz veya bir bakış ya da tutunduğumuz bir sevgilinin terk edişi, bizim kendimizi hatırlamamıza vesile oluverir aniden. Bu yol hep böyledir yürümeyi göze alanlar için. Yeter ki biz bu işaretleri görebilelim, farkına varabilelim ve eyleme geçebilelim.
  • Başkaları gibi  düşünmediğinde hemen etiketleniyorsun, dışlanıyorsun, dedi Elif.

Evet dedi Kenan, etiketlenirsin. Adın hep uyumsuz olur. Çünkü çoğunluk gibi düşünemezsin. Yerin hep ayrıklık olur; çünkü çoğunluğun olduğu yerde olmak istemezsin. Saçmalıklar boğar, sesini çıkarırsan asi; susarsan ezik derler. Bunların farkındaysan ve kendini bu toplu bilinçten çıkarmışsan şanslı ve özgürsündür. Yok hem farkında, hem sıyıramamışsan bu çoğunluktan kendini, esaretine ağlar durursun. Yalnızlıktır çoğu başkaldırışın sonu. Ama yıldızlar dostun olmuşsa ya da ağaçlar, belki de nefesin gecenin bir vakti; yalnızlık değil ancak bir başınalıktır bunun adı. Ve huzurdur ancak sonu.

  • Aslında Kenan, biliyor musun, insanlarla ilgili ön yargılarımız ve sınıflamalarımız toplumsal  sorunların da sebebi sanki. Kullandığı kelimeye, giydiği parkanın rengine, oturduğu  semte, içtiği sigaraya, gittiği okula, sevdiği şaire kadar sınıflayıp  bölmüşüz her şeyi. Böle böle küçültüp dar etmişiz dünyayı kendimize de başkalarına da. Böyle olunca , şiirimiz, kültürümüz, insanımız, duygularımız  güdük kalmış.
  • Öyle, haydi kalk, içini denize dökmekle olmaz bu işler.. Ne demişler her iddia sınanır ve başkalarına söylediğin bir gün senin de başına gelir. Bak  akşam oldu. Ömür de sona ermeden bize ekilen tohumları, etiketlerimizi, etiketlendiklerimizi ayıklamalı. İnsanlar değişir, kurallar, bilgiler, iklimler değişir, yönetimler, algılar, zaman değişir, renkler değişir, dünya değişir, mevsim değişir  ve her şey kendince değişir. Değişmeyen tek  şey değişimin kendisidir. Onun için sen sen ol, kendine inan ve kendi  gönlünü dinle!

Karanlık düşüncelerle yükselen ve hiç ağarmayacakmış gibi başlayan gün,  usulca zarfına giren mektup  gibi,  sonunda huzurla  kavuştu, denizin ufkunda uyudu.

Ayşe Öztekin, 22.09.2021

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Kahkaha Diyaloğu – Ayşe Öztekin

İki arkadaş konuşuyorlar:

Leyla: İnsan olmak  zor zanaat. Öyle kolayca bir gecede İNSAN olunamıyor. Baksana kendindekini ne biliyor, ne bilse gösterebiliyor insan. Tezatlarda sürekli.

Işık:    Neden öyle söylüyorsun ki

Leyla: Ya için ağlarken güldüğün, hatta kahkaha attığın hiç olmadı mı? Gitmek istediğin , deli gibi koşmak istediğin halde kaldığın; görmek istemediğin halde sevdiğini söylediğin falan?

Işık:    Olmuştur ne bileyim .

Leyla: Düşünsene kahkaha üzerine destanlar yazılır, ne yazılar da yazılmış keza; ama  neye güler, neye ağlar, nerde durur, nerde kaçar, insanın kendisi bile bilmiyor. Aslında alayından mıdır o gülmeler, boş vermişliğinden midir, sinir bozukluğu mudur,  yoksa mutluluk mu  bilemezsin.

Işık:    Ama olur mu  insan mutluluktan gülse dolu  dolu  güler, bütün iç organları da onunla birlikte güler. Hastalıklar şifa bulur.  Onun ardından ağlama gelmez ki, aksine  öyle bir hafifler ki insan, sanki bütün yüklerini atar, sanki beyninin kıvrımları ışıldar,  çocuklar gibi şen olur. İşte o zaman yasemen güler, güneş  güler, sarı  papatya güler, minderdeki kedi güler…

Leyla: Doğru söylüyorsun; kahkaha mutluluk hormonlarını artırıyormuş. Aslında keşke gülebilsek, gülümseyebilsek herşey değişebiliyor. Bu haftaya başlarken daha çok güleceğim derken hiç ağlamadığım kadar ağladım. Ne kendimde ne karşımdakinde durduramadım öfkeyi. Belki bu bağrışlar ve gözyaşları da bir boşalmaydı ama kahkaha atıp da “aman sende” diyebilseydim, hiç bir şey  bu  kadar çaresiz, umutsuz ve güvensiz hissettirmezdi bize. O gülünce açılan güneş tutuldu ve karardı her yer. Dünya kokusuz, renksiz kaldı. Dünyanın yükü üstüme çöktü sanki.

Işık:    Normalde gülmez misin sen hiç?

Leyla: Sanki herkes zekadan yoksun gibi konuşuyor, seni aptal yerine koymaya çalışıyor, gülünecek  bir şey  bulamıyorum. Ama çocuklar istisna, bir tek onlarla kendim olup  gülebiliyorum. Bir de geçen gün uzun süredir ilk defa kendimi çizgi film sahnesinde gibi neşeli buldum. Yüzerken bir dizi ince küçük, gümüş renginde balık,  çizgi çizgi denizin altında geçit yapıyordu. Hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum;  sanki onlarla gülüp onlardan biri olmuşum gibi geldi. Kahkaha atar gibi yüzüyorlardı sıra sıra, hoplaya hoplaya…  Belki de doğanın bana yaptığı en zeki şakaydı. Belki de bu gülüşle birliği hissettirdi.

Ayşe Öztekin, 14.09.2021

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Güleriz Ağlanacak Halimize – Hikmet Seda Kut

Diyaloglar, Konuşma sırası ile Kadın Erkek

Kadın: En son ne zaman  kahkaha attığımızı hatırlıyor musun?

Erkek: Epey bir zaman önceydi sanırım…

Kadın: Eskiden ne kadar neşeliydin, yüksek sesle gülerdin, fıkralar anlatırdın, espriler yapardın. Artık sus pus oldun. Sessizleştin. Bir köşede oturup durmadan cep telefonuna bakıyorsun. Lap-topunu açıp saatlerce odanda vakit geçiriyorsun. Sabah erkenden çıkıp gidiyorsun, akşam yorgun argın dönüyorsun. Yüzünü gören de cennetlik.  Durmadan trafikten şikâyet ediyorsun, işteki sıkıntılarını anlatıyorsun. Niye böyle oldun sen?

Erkek: Haklısın hayatım, kendimi uzun süredir yorgun hissediyorum. Sürekli  değişen dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanıyorum. Sirküler takip etmek    güncel olaylar, iç siyaset, komplo teorileri, dış güçler, döviz kurları, finans yönetimi derken çok yoruluyorum. Birileri yaşam enerjimi çekti. Yeni bir kıyafet, gömlek, pantolon hiçbir şey almak istemiyor canım. Yaşadığım anın içinde olamıyorum. Hiçbir şeyden keyif alamıyorum. Ya geçmişin pişmanlıklarını düşünüyorum ya da geleceğin kaygılarını yaşıyorum. Bu güne odaklanamıyorum. Hayat gerçekten çok hızlı geçiyor ve şu anın bir tekrarı yok!!! Bunu biliyorum ama zamanı durduramıyorum, elimden kayıp gidiyor,.

Kadın: Yine felsefe yapmaya başladın. Ben sana bunaldım, sıkıldım, beni mutlu et, güzel bir şeyler söyle diyorum, sen kendi dertlerini anlatıyorsun.   Hep kendini düşünüyorsun, bak uzun süreden beri ilk defa kuaföre gidip saçlarımı boyattım, bakım yaptırdım kendime, hiç farkında bile değilsin. Yüzüme bile dikkatli bakmadın. Bir tutturdun yorgunum, başka da laf yok..

Erkek: Yeni saç stilin çok yakışmış, ne güzel olmuşsun. Dur sana bugün firmamıza gelen bir banka müdürünün fıkrasını anlatayım. Biz çok güldük. ‘’Temel Vatikan’da gezerken upuzun bir kuyruk görür. “Nedir bu kuyruk?” diye sorar. Kuyruğun ucunun kiliseye uzandığını ve Vatikan Kilisesi tarafından Cennet’in parça parça satıldığını, 1.000 $ dolar verenin cennetten bir parça satın alabildiğini öğrenir. Hemen kuyruğa girer ve kiliseye ulaşır, kapıdaki görevlilere ‘Ben Cehennemi satın almak istiyorum,’ der.

– ‘Olmaz, burada Cehennem satışımız yok, Cennetten bir parça almak istiyorsan sıraya gir,”’ Temel’i ikna edemeyen görevliler içeride Papa’ya durumu anlatırlar. Papa gülerek –‘Gidin sorun bakalım Cehennemin tümüne ne kadar veriyormuş bu akılsız adam,’ der. Kapıya inip Temel’e sorarlar. ‘10.000 $ veririm,’ . Papa Temel’i içeri çağırır, parayı alır, hazırlattığı evrakı imzalayarak Temel’e verir ve arkasından gülerek uğurlar. Dışarı çıkan Temel kapıda günlerdir Cennetten bir parça almak isteyen bekleşen binlerce kişiye, elindeki belgeyi gösterip  -‘’Uşaklar Cehennemin tümünü ben satın aldım, artık Cennet için uğraşmanıza gerek kalmadı,’’ deyince   herkes dağılır.  Cennet satışları sıfırlanınca Papa ve ekibi 10.000 $’a sattığı Cehennemi Temel’den geri almak için pazarlık etmeye başlarlar. Son durum: ‘Temel 10 Milyon $’a el sıkışır.’ ‘’

Kadın: Güzel fıkraymış. Bir toplumda akıllı insanlar çoğalırsa, din tüccarları iflas eder. Tam da bankacı fıkrasıymış, adamın aklı fikri parada dolarda olunca fıkrası da böyle oluyor.

Erkek: Evet haklısın artık fıkralarda bile Türk lirası geçmiyor. Sen düşün artık güleriz ağlanacak halimize.

Kadın: Bir tane daha anlat, ama daha komik olsun.

Erkek: Şirketteki muhasebecimiz Mehmet Bey’i biliyorsun, bir gün bizi evine yemeğe davet etti. Muhasebede çalışan birkaç arkadaş, toplandık gittik. Eşi epey uğraşmış fırında kuzu güveç, her türlü özel ev yapımı mezeler falan sofrayı donatmışlar. Yemekte sohbet koyulaşınca  Mehmet Bey’in eşi sazı eline aldı;

‘‘Henüz yeni evliyiz, Mehmet bir gün yüksek ateşle halsiz bir şekilde yatak döşek yatıyor. Ana çocuk sağlığı hemşiresi olduğum için yanımdaki çantamda ateş düşürücü iğnelerim hep hazır olur. Şırıngamı kaynattım. O zamanlar şimdiki gibi tek kullanımlık kullan at plastik şırıngalar yok. Sterilizasyon için mecbur kaynatıyoruz. Ucuna iğneyi taktım, yavaş yavaş ilacı çektim, bir baktım Mehmet gözleri fal taşı gibi açılmış elimdeki iğneye bakıyor, ateşin çok yüksek kalçadan bir iğne yaparsam hemen düşürebilirim, lütfen pantolonunu biraz aşağıya indir dedim. ‘Ben iğneden korkarım,’

‘Dalga geçme, koca adam iğneden korkar mı, hadi hazırlan,’ diyerek üstüne çullandım ve kalçasına iğneyi sapladım.’

Mehmet birden doğruldu ve kaçmaya çalıştı. İğne adamın kalçasında, şırınga elimde, ben kovalıyorum o kaçıyor. Sonunda panolunu biraz daha aşağıya inince ayağı takılıp yere düştü. Bende üstüne oturup iğneyi yaptım. Bir de baktım adamın sesi soluğu kesiliverdi . Hemen bir ambulans çağırdım, acile götürdük. Meğerse Mehmet’in iğne fobisi varmış, bu huyundan bana hiç bahsetmedi. Benim de mesleğim hemşirelik, hayatım her günü iğne yapmakla geçiyor; evlendiğim adamın böyle bir korkusu olacağı aklımın ucundan bile geçmedi.’’

Bütün masadaki arkadaşlar, Muhasebe müdürünün o komik halini düşünüp kahkahalarla gülmeye başlayınca Mehmet Bey eşine sert bir, ‘’Hanım beni rezil ettin’’ bakışı attı.  Bugün bile aklıma bu sahneyi getirdikçe gülümserim.  Allah’tan sen böyle uluorta eş dost yanında beni küçük düşürecek şeyler anlatmıyorsun. Ben Mehmet Bey gibi mülayim kalabilir miydim bu kadar kişinin kahkaha atmasına bilemiyorum?

Kadın: Kendisiyle dalga geçebilen kişinin sırtı yere gelmez. Biraz gevşe lütfen, hayat bu kadar ciddiyeti kaldırmaz, doya doya kahkaha at. Kimseden ‘ne der’ diye çekinme lütfen…

H.Seda Kut

12/09/2021

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

İçten Kahkahalar – Ferhan Tekinmirza

Geçenlerde bir çocuğa sordum,

‘Nasıl bu kadar içten kahkahalar atıyorsun?

Onları nerede saklıyorsun?’ diye.

Bir kahkahayla cevap verdi,

Elleriyle gövdesini tutarken

‘İşte burada’ diye fısıldadı kulağıma,

Kıkır kıkır gülmeye başladı.

Sonra diğer çocukları işaret etti,

‘Dikkatli bak’ dedi, yüzümü tutarak

Karşıdaki çocuk kahkahalar attıkça rengarenk balonlar yükseliyordu tepesinden,

Diğerinin başını bir gökkuşağı sarıyordu, her kahkahayla dalgalanan,

Bir başkasının ağzından çiçekler fışkırıyordu her renkten,

Güneşle aydınlanan, fırçasını palete daldırıp boyayan,

Kuyrukluyıldızları kaydıran, kumdan kaleler yapan…

Samimi duygulardı içtenliğin özü,

Henüz üzüntülerle, kaygılarla, korkularla, hırslarla bozulmamış niyetlerdi,

İçten kahkahaların kaynağı.

Ferhan TEKİNMİRZA / 12.09.2021

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Çukurda – Tarık Günersel

Herkes aynı çukurda
ama yalnızdır şimdi.
Herkes birini çağırmakta
ama kimse duymamaktadır.

Haykıra ağlaya duvarlarını yumrukluyor insanlar. O
duvarlar ki hep tiksinilmekte ama tükürülememektedir
benliklerinden ve insanlar inkâr etmektedir bunu, işte
onlar o duvarlar her yumrukta biraz daha uzaklaşmaktadır

kahkahalarla! İnsanlar şimdi yalnızca bu kahkahaları duymakta.
Ağır ağır açılmaktadır duvarları ‘kaderin’ dört bir yanda ve sonsuza
doğru, kollar inatla uzanmakta peşlerinde duvarların dört bir yanda
ve sonsuza doğru. Daha zayıf, daha zayıf atılmaktadır yumruklar ama hiç tükenmeyecektir güçleri, ve kahkahalar yükselmekte ve yükselmekte olacaktır onlar atıldıkça. Ve insanlar bu kahkahaları hep duyacaktır.

İşte şimdi yer de hareket etmiştir aşağılara. Hız belli değildir, zaten bu iniş de tanımsız kalacaktır. İnsanlar bacaklarını uzatıyor yerde olsun ayakları hep diye. Yer gülmekte ve gülmektedir, büyüyen ve ezen, büyüyen bir çığ gibi. Kurban şimdi başlamıştır yeri tekmelemeye.

Tarık Günersel
Eylül 1971

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Kırmızı Ceket – Deniz Ay

O gece uyku tutmamıştı Deniz’i, bir sağa, bir sola döndü ve aynı hareketi defalarca tekrarladı. Olmuyordu bir türlü. Aslında uyuyamamaktan daha beter bir şeydi yaşadığı. Bütün iç organlarından yukarı doğru bir basınç, sanki onları dışarı fırlatacakmış gibi sıkıştırıyordu bedenini. Kalp krizi dediklerinin öncesiydi sanki yaşadıkları, kalbi sıkışıyor, içinde bir şeyler her an patlamak için sıra bekliyordu. Dayanamadı, yataktan kalktı. Çalışma odasına geçerken, karanlıktan ışığa geçişin sersemliğiyle pirinç şamdana takıldı gözleri, Cevriye teyzenin hatırasıydı. On yıl önce ilk atandığı yer olan Kars’taki karşı komşusu Cevriye teyze geldi aklına, onun her telaşlı anında ki, neredeyse sakin bir hali olmazdı, hep “Güzel kızım, altı delik heybeye at derdini” derdi. “Kızım vesvese şeytandandır” der yüzüne Felak ve Nas surelerini okur üflerdi. “Sende asap bozukluğu var diyen bu yaşlı teyze bile olayı çözmesine rağmen Deniz hâlâ, tedavi gerektiren bu durumu aşırı duygusallık olarak geçiştiriyordu yıllardır.

Henüz yirmi bir yaşındaydı, Ege’nin incisinden çıkıp bu gri şehre geldiğinde tanışmıştı sonradan babaannesi yerine koyduğu pamuk saçlı Cevroş’la. Seksen yaşında bile parlayan, karşısındakine umut veren mavi gözlerini hatırladı onun gülümseyerek. Cevroş’un öğrettiği duaları okudu arka arkaya. Ne yaptıysa olmamış, içindeki bu heyecanı bir türlü geçirememişti. Aslında yarın bu kadar stres yapacağı bir durumda yoktu ortada, kendi de bunu çok iyi biliyor ancak duygularına hakim olamıyordu. Kendini zapt etmeye çalışırken sabah ezanının okunduğunu duydu, çalışma koltuğunun rahatsızlığını ancak o an hissetti, düşüncelere daldığında anlamamıştı boynunun ağrısını, geri yatağına geçti. Ne giyeceğini geceden ayarlamıştı, bir an emin olamadı ceketinden, ama sonra başından savdı bütün olumsuzlukları ve gözlerini kapadı. Sabah altıda uyandı, geceden hazırladığı kıyafetlerini giydi, siyah beyaz kazayağı desenli kalem eteğinin üzerine siyah balıkçı yaka kazağını giydi. Boynu uzun olduğu için bu tarz kazaklar çok yakışırdı ona. Kızıl saçlarını ensesinde güzel bir topuz yaptı, sıra makyaja geldiğinde sade bir göz makyajı yaptı yeşil gözlerini ortaya çıkaran. Çok yakışmasına rağmen hiçbir zaman tam yapmazdı makyajını. Kendi güzelliğinden korkar, bir şeyler ters gider diye düşünürdü, yine öyle yaptı, kendince önlem almak istedi. Evrak çantasını aldı, kahvaltıyı sağ salim işini tamamladıktan sonra yapmayı düşündü.

Direksiyonda kollarına takılınca gözü, “acaba kırmızı ceket giymese miydim” diye düşündü. Ne zaman kırmızı giyse üzülür, ağlardı çünkü. Yok yok hayır diye söylendi içinden, bugün öyle olmayacaktı. Üniversitenin nizamiyesinden geçti görevliye selam vererek. Fen Edebiyat fakültesine geldi, başka bina da çalışmasına rağmen personel kartı açıyordu kapıları, çok sık geldiği için ayarlatmıştı sekreterliğe. Erkenden geldiği için binanın önünde az araba vardı, kartıyla personel kapısından girdi. Elleri titreyerek çaldı, danışmanının arasının açık olduğu Bölüm Başkanının kapısını. “Günaydın hocam, bugün benim TİK toplantım vardı saat 09.00 ‘da. Ferhan hocam, belgeleri yolladı, imzalamanızı rica etti” derken çantasından TİK raporlarını çıkarmaya çalışıyordu. Karşısındaki hoca gayet soğukkanlı bir şekilde, danışman hocasının nerde olduğunu sorunca, Ankara’da olduğunu söyledi. Bu sefer hoca belgeleri imzalayamayacağını bu şekilde toplantının olmayacağını ve danışman öğrenci ve diğer jüri üyesinin bir araya gelerek, sohbet eşliğinde çalışmaları değerlendirerek bu toplantıyı gerçekleştirmeleri gerektiğini söyledi. “ Peki hocam” deyip sessizce çıkarken, o sessizliğin altında fırtınalar kopmuştu. Tutmaya çalıştığı gözyaşları gizlenecek yer arıyordu. Üst kata çıktı yakın arkadaşının odasına, odaya girer girmez hüngür hüngür ağlamaya başladı. Arkadaşına olayı anlattı sakinleşti, ağlaması geçince danışmanını aradı. Danışmanına, bölüm başkanının imzayı atmadığını ve toplanmaları gerektiğini söylediğini anlattı telefonda. “ Nasıl atmazmış, kapat” diyen hocanın sinirli sesini arkadaşı bile duymuştu. “Zaten sabaha kadar uyuyamadığımda bi dert vardıdiyerek çayını yudumladı. Deniz’in yıllardır, en basit işleri bile evhamından nasıl karmaşıklaştırdığına şahit olan arkadaşı “Biraz bekleyelim bakalım” derken sözleri yarım kaldı ve kapı çalındı içeri edebiyat bölümünden bir arkadaş girdi, selamlaştılar. “Bi çay koyun arkadaşlar, olayları duydunuz mu“ diyerek bir dedikoduyu ilk yayan olma gururunu yaşayan biri olarak söze başladı. “Bizim Ferhan hoca, bölüm başkanını arayıp, küfürler yağdırmış”. Bu sözler üzerine Deniz’in gözleri kocaman oldu ve arkadaşıyla göz göze geldi. Beriki devam ediyordu sözlerine “bunun bir doktora öğrencisi varmış, kız bunu arayıp ağlamış, Haşmet hoca beni odasından kovdu, imzayı da atmam dedi” demiş. Bence kız ortalığı karıştırmış, yoksa koskoca profesör ne diye durduk yere ağza alınmadık küfürler savursun, değil mi yani diyerek destek bekledi arkadaşından. Anlattığı olaya tepki vermeyen iki kadına baktı, bir cevap, bir şaşırma, bir yorum bekliyor gibiydi. Arkadaşı Serhan, o kız dediğin, Deniz hoca, burada benim yanımda konuştu, hocaya ağlamadı, beni kovdu demedi ki ” dedi. Serhan biraz şaşkın, biraz bozulmuş bir halde “ öyle anlatılmıyor ki Tuğba, neyse çay için teşekkürler ben kaçayımdiyerek odadan çıktı. Odada yalnız akalan iki arkadaş, olayı nasıl çözeceklerini düşünmeye başladılar. Deniz’in aklı başından gitmişti, gözyaşlarını silerken kırmızı ceketine baktı hayal kırıklığıyla. Aslında onu üç yıl hayata küstürecek, hatta tezini bile yazdırmayacak olay, danışmanının onu kişisel meselesine alet etmesi olmuştu çirkin bir şekilde, belgelerin imzalamaması değil. Hâlâ durup düşünür Deniz acaba o gece rahatça uyusaydı, evham yapmasaydı da başka renk ceket giyseydi bütün bunlar yaşanmaz mıydı acaba?

Deniz Ay

16.08.2021

Kategoriler
Blog Yazarak İyileşme Blog

Bir Kargaşanın Ardı… – Ayşin Surlu

Dar bir alanda, karanlık denilebilecek bir loşlukta, tanıdığın tanımadığın insanların telaşlı koşuşturmasını izlersin. Heyecanın dizginleri birkaç saat önce sendeyken artık başkalarına geçmiştir. Büyümüş göz bebekleri ile gözlerini kocaman açarak neler olduğunu anlamaya çalışmak, tutacak bir el bulmak istersin. Hiç konuşamayacakmış gibi sesin kısılır. Düşünceler karışır.

Ya sesim giderse ya unutursam, terledim mi, ayakkabılarım sıkıyor mu, ya o kadar süre ayaklarım şişerse. Annem, “Hep ayakta durunca ayakların şişer” der.

Notalara bir daha bakarsın. Son bir kontrol. Ellerinin teri kağıtları yumuşatır. Gözlerini kapatıp, repertuvarı tekrar etmeye çalışırsın. Bir ses yarıda böler çalışmanı. “15 dakika kaldı. Haydi arkadaşlar”. Kalbinin sesi konuşmalara karışır. Bir el omzuna değer, saçını okşar. Önünde eğilip, gözlerinin içine bakarak, her şeyin çok güzel olacağını söyler. Yüzüne gelen o tebessümle, daha dik omuzlarla, titreyen bacaklarınla sahnede sessizce yerini alırsın. Küçük eller birbirini tutar, gözler birbirine değmez. Yıllarca birlikte olduğun arkadaşının endişesi de seni ele geçirir diye korkarsın. Bakmazsın kimseye. Sadece perdenin arkasına, o kalın, ağır, kırmızı perdenin arkasına gözlerini dikersin. Zaman durur. Koşuşturmalar biter. Nefesler tutulur ve PERDE!

Aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır çıkar. Açtığı her alandan, sahneye hafif bir ışık süzülmeye başlar. Işığa seyircilerin fısıltıları eşlik eder. Tepeye vardığında, sesler kesilir, hareketler durur ve IŞIK!

Aydınlık gözünü kamaştırır. Az önce yarı karalıkta görülen insan siluetleri yok olur. Kapatamazsın gözlerini çünkü sahnedesin ve ALKIŞLAR!  Karışık, tek düze olmayan alkış seslerinin içinden gelen ŞEF!

Koro şefi yürüyerek sahneye çıkar. İşte o zaman alkışlar düzene girer. Seyircileri önce o, sonra onun komutu ile bizler. Selamlama, hep birlikte başların hafifçe öne eğilmesi ile olur. Daha fazlası olmaz.

Sehpanın başına gelir. Sırtını seyirciye, yüzünü bize döner. Gözleri, sevgisi, gülüşü o kadar çoktur ki. Hepimize yeter.  Göz kırpar, gülümser, kollarını kucaklarcasına açar ve işte o anda gücünüz her şeye yetecekmiş gibi hissedersiniz. Bir bütün olursunuz. Tek ses, tek vücut onun işaretlerini izlersiniz.

Orkestranın alışıldık sesi, sizin sesinizle bütünleşir. Her notayı fark etmeden yaşarsınız. Kimi zaman hafifçe yağan bir yağmurun damlalarının dereye karışması gibi, kimi zaman derenin çağlaması, kimi zaman yağmurun şiddetlenmesi gibi…

Yağmur damlaları dereye, dere denize, deniz okyanusa kavuştuğunda, ayaklarınız yere basar, sesler söner, yüreğinizde sevgi mutluluk coşar…

Anne! Bak, ayaklarım şişmedi.

Ayşin SURLU

03.08.2021, İstanbul

Kategoriler
Blog Yazarak İyileşme Blog

Oyun ve Perde – Ayşe Öztekin

“Bildik gelen geçer imiş, bildik konan göçer imiş
Aşk  şarabın içer imiş bu mânâdan her kim duyar”

Yunus Emre

Tanrıtanımaz olarak bilinen varoluşçulardan olan Sartre, oturduğu yerde, bir kestane ağacının köklerini incelerken birden içinde duyduğu ve adına iç bulantısı  dediği bir duyguyla kendine gelir. Yazdıkları  çok karamsardır çoğunlukla, ama aslında her insanın içinde bulunan gelgitleri, anlamsızlık  duygusunu, açmazlarını ve hiçliğini yakalar o anda. Tam da o  anda. Anlamsızlık ve kaybolmuşluk içinde olmak ya da varolmak algısıdır bu  aslında. Diğer bir deyişle insanın nasıl varolamadığının verdiği acının resmi.

Shakespare’in “olmak ya da olmamak”  sorusunu Prof. Dr. Salih Akdemir “olmak  ya da şimdi olmak” olarak yeniden sorar. Gözüme uykunun girmediği gecenin tanıyla başlayan cırcır böcekleri de bana bu  soruyu yeniden sordurmuştu. Zihnimde dönüp duran sorular, haksızlığa ya da ihanete uğramışlık  gibi gelen duygunun dayanılmaz ağırlığı, coşkunun ve yaşama dair bir sevincin olmaması, beynimin o ıssız, derin ve karanlık  artık  dehliz gibi  gelmeye başlayan kıvrımlarında dolanıp  dururken bu işitmekte duyarsız kalamayacağım sesler o anda, tam da o anda sanki bana seslenmişti. İlahî bir koroda gibi cırcır böcekleri aslında kendi teslimiyetlerini yaşarken bana da beni hatırlatmışlardı. Bu durumu yaklaşık yedi sene önce deneyimlemiştim. Artık farkındalığım eskisi gibi değildi. Zaman zaman, rutine bindiremesem de nefes ve meditasyon çalışmalarını şekilsel olmayan bir şekilde hayatın içinde deneyimlediğim sık olmaya başlamıştı. Yani o genleşmiş zamanla gelen sebepsiz iç neşeleri gibi, düşünmeden kalbimden geçene tanık oluşum gibi, yemek yaparken, konuşurken, bir çocukla oynarkenki namaz hallerim gibi…

Öte yandan ummanı geçip de derede boğulurcasına aşamadığım konular vardı. Hani derler ya aydınlandığınızı  düşünüyorsanız ailenizin yanına üç beş gün gidin diye. En çok canımı yakan konuları, kardeşlerle biraraya geldiğimizdeki o öfke patlamalarını  aşamayışımız gibi. Neden hala insanların birbirlerine saygılı olamamalarını sorgulamak gibi…

Hepimizin içinde bir çocukluğa inen “temel  dramatik temamız vardır. Karşılanmasını beklediğimiz temel ihtiyaçlarımızı, temel ihtiyaç maddelerini arar gibi aradığımızda sonucun hep  “acı” çekmek olduğunu kendi hayat  deneyimimiz gösterir. Çünkü sorunun kaynağına inemeyince anlayabilmek  ve çözebilmek için hayatımızda benzer durumları  ve ilişki türlerini defalarca yaratırız ve sonuç alamayız. Freud, “yineleme dürtüsü” der bu  duruma. Asla zihnimizle kavrayamadığımız ve çözemediğimiz ama tekrarlarını yarattığımız bir durumdur bu. Sürekli tekrarlarız, ta ki yorulup aradığımızın başkasında olmadığını anlayana ve aramayı bırakana kadar.

Eskiden kendimi yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot gibi hissederdim. Doğrudan üstüne giderdim her şeyin , sanki her haksızlığın hesabını ben sormalıymışım gibi. Ama hayat, insana en çok da kendisini öğreten bir öğretmen ya da bir tiyatro sahnesi gibi…

Bütün beşeri bilimler, insana insanlık var olduğundan bu yana “Kendini Bil” der. Kendini bilmek  ise, bir kendini tanıma meselesidir. İnsanın kendini tanıması ise asla tek başına olmaz. Bir kutsi hadiste, Tanrı’nın kendini bilinmez bir hazine olarak tanımladığından ve bilinmek istediğiyle alemi yarattığından  bahsedilir. İnsanın da kendini tanıması , bir oluş varlığı olarak olabilmesi için yekdiğerlerine, seyre, oluşlara ihtiyacı vardır.

İşte bu konular şu geçtiğimiz bir haftada grubumuzda olan yazışmalar, hayrette kalışlarım, sorgulayışlarım ve kendime dönüşlerimle ilgili bir süreçte, yazma atölyesinin son “oyun” ve “sahne ya da perde arkası” başlıklı konuları ile örtüştü, uyanış oldu.  Hani Yunus Emre’nin o “sen sanmadığın yerde şayet açıla perde” dizelerindeki gibi bir perde kalkıverdi adeta. Ama benim için zorlayıcı oldu.

Ben de tam gruptan çıkmalı mıyım, Murat  Bey’e yazmalı mıyım derken Murat  Bey’e yazan ya da arayanların ifşası ile daha şiddetli bir dalgalanmayı yaşadığımı  fark ettim. Önce kendimi suçladım; zira gruba “bu  fazla konuşma ve yazışmaları  dengelemek için ne yapabiliriz” diye ilk ben bir öneri sunmuştum ama yazışmalar öyle bir hal aldı ki, sanki dış  dünyada yaşadığımız yangınlar, iç dünyalarımızın tezahürü gibiydi…Derken manevi yolun bana öğrettiği bekleme, sabırlı olma, olanın ardını görme isteğini hayata geçirebildim. Tabii bu dalgalanmaların durulup beni bu  bildiklerimi uygulama aşamasına getiren yine Murat Bey’in ve Cankat Bey’in tiyoları oldu. Bunlar sahnede rolünü unutanlara suflörlük yapan birinin hatırlatmaları gibiydi. Yazma Atölyesinin sahnesinde toz dumana karışmışken, ağlayan, gülen, hastalanan ve oyunu  terk edenler varken, ben seyirci koltuğuna çekilip bir de dışardan bakmak istedim bize. Öyle ya tiyatro madem antik Yunanda “görme yeri” olarak kurulmuştu; öyleyse benim görmem gereken neydi? Ya ben de çekip gidecektim ya da tam da şimdi ne olduğunu, ne olduğumu anlayarak aldığım rolü yerine getirecektim.

Oyunlar, tiyatro eserleri çocukları hayata hazırlarken, büyükleri de hakikate yaklaştırırlar. İnsanların ve kültürlerin kendilerini sıradan, değersiz, anlamsız bulmalarının ve indirgenmiş hissetmelerinin nedeni ne olabilir? Diye sordum. Tanrıtanır /Dindar Varoluşçulardan Gabriel Marcel’i hatırladım. Marcel,  bu konuda eksik olanın, “ontolojik açı, yani varlık duygusu” olduğuna dikkat çekmektedir. Varlık  duygusunun bu yitimi der Marcel, işlevi varoluşun önünde görme eğilimiyle ilişkilidir. Yani insan kendini bir insan ya da benlik olarak görmek yerine, metroda bir jeton satıcısı, bir manav, bir profesör bir devlet başkanı olarak  görmekte ve tanımlamaktadır.

Öte yandan yine Marcel’e göre: “Kişi için varolmak, kendini kendi içine hapsederek değil, kendini hemcinslerine ve nihai noktada Mutlak Varlığa doğru açarak ve kendini aşarak kendini gerçekleştirmektir. Hal böyle olunca varoluşsal olan ile metafizik olan arasında birleştirici bir yol bulunmaktadır ve bu yol bireyin kendi varoluşsal derinliğini, imkân ve sınırlarını fark edebilmesinden geçmektedir.

İşte grupta yaşananları ve neden birbirimizle birlikte oluşabildiğimizi, neden başkalarına saygıyla yaklaşmamız, birbirimizde kendimizi görürken, kendi hallerimizden örnekle başkasını  nasıl anlamamız gerektiğini görmeme vesile oldu  bu  son yaşananlar.

Bu olanların perde ve oyunla olan  ilgisi ise beni Peygamber  kıssalarına götürdü genelde. İnsanı ilk etapta şaşkına çeviren ama sabredilerek beklendiğinde  bambaşka sonuçlarla karşılaşılan olayları, konuları hatırlattı genelde.

Özelde ise “perde” olarak betimlenen, o gerçeğin, bilincimin üstünü örten, örttükleri veya örtmüş olduğum her ne ise başkalarını seyrederken farkına varıp, anlayıp da kaldırdığım veya kaldırılan ve o ana kadar bana görünmemiş olanla ilgili idi.

Burada Murat Beyin yaptığı katalizörlük, herkesin kendi hayatının sorumluluğunu almasını gerektirdiği gibi, hem herşeye dahil olup hem hiçbir şeye müdehale etmeyerek herkesin bir aradalığını da gerekli kılan bir süreçte kalmayı  öğretti. Bu  bir haftalık  süreç sanki benim 50 yıldır kendi evimin içindeki kişilere bakışımı da genişletti. Sanki beni onlara onları  bana kazandırdı. Çünkü biz tek başımıza insan olamıyorduk.

Böylece yaşayarak, empati kurarak, diğerinin penceresinden bakarak, neleri yapabileceğimi görüp nerelerde duracağımı fark ederek kendimi, karşıdakini ve hayatı tanıma ya da öğrenme sürecini deneyimleyerek OYUNu ve ardını anladım. Herkesin anlama ve değişim sürecinin aynı olmadığını gördüm. Her sorun çıkışında şimdiye kadar yaptığım gibi kendimden ve istediklerimden vazgeçmeden de bir yerde durabileceğimi ve her an yeni bir yaratmada olanın her an yarattığının farklı olabileceğini ve her şeye bakışım değişince şiddetinin de değişebileceğini deneyimledim.

Bu oyun, aslında  benim kendimi tanıma sahnesine çıkarken, sahne gerisinde yönetmenle anlaştığım üzere, hem kendime hem de başkalarının kendini tanımasına katkı  sağlayacak  esas rolü oynamam gerektiğini hatırlatan bir oyun oldu.  Herkese ve kendime teşekkürlerimle

Ayşe Öztekin, 2021

Kategoriler
Blog Yazarak İyileşme Blog

Yılsonu Gösterisi – Ferhan Tekinmirza

Sahneye Giriş sırası ile

Anne

Çocuk

Anne: Hoş geldin.

Çocuk: Iıııı

Anne: N’oldu?

Çocuk: Yıl sonu gösterisinde şiir okuycakmışım.

Anne: Aaa, ne güzel, çok sevindim.

Çocuk: Hıııı.

Anne: Mutlu olmadın mı? Öğretmen senin yapabileceğine inanmış ki, seni seçmiş.

Çocuk: Hayır, öğretmene söyle, okumıycam şiir.

Anne: Kaçıyosun yani?

Çocuk: Hayır, kaçmıyorum, sadece okumak istemiyorum.

Anne: Öyleyse yarın öğretmenine kendin söylersin.

Çocuk: Ama ben şiir ezberleyemem ki! Ezberim çok kötü, biliyosun. Bi de uzun şiir seçmişler. Hem sonra hata yaparsam rezil olurum, arkadaşlarım benimle alay eder. Ayrıca ne giycem?

Anne: Dur, dur bakalım kuzucuk. Sırayla. Her defasında bir problem, tamam mı?

Çocuk:

Anne: Şimdiii, kıyafet en kolayı. Öğretmenini arar sorarım, özellikle istedikleri bir kıyafet var mı diye. Yoksa da beraber gider, beğendiğin bir elbise seçeriz, olur mu?

Çocuk: Olur.

Anne: Güzel. İkincisi, hiç de rezil olmayacaksın, çünkü hata yapmayacaksın. Ayrıca hata yapsan ne olur ki, herkes hata yapar. Ama ne kadar iyi hazırlanırsak hata yapma payımız da o kadar azalır, anlaştık mı?

Çocuk: Hııı.

Anne: Gel buraya, bir sarıl bakiim bana. Şimdi sana çok önemli bir sır vericem, bir sihir numarası.

Çocuk: Sihir mi? Sihirbazlarınki gibi mi?

Anne: Eh işte, onun gibi bir şey. Ezberlemen gereken şiir nerede?

Çocuk: Öğretmen defterime yazdı.

Anne: Getir bakalım defterini.

Çocuk: İşte.

Anne: Hah, akşamları yatmadan önce bu defteri yastığının altına koyucaksın. ‘Sevgili defter, bu şiiri ezberlemem gerekiyor, bana yardım et’ diyceksin. Başını yastığa koyunca defterdeki şiir bütün gece boyunca senin aklına girecek, sabah uyandığında da ezberlemiş olcaksın.

Çocuk: Sahi mi? Öyleyse hemen yatim.

Anne: Dur, dur, o kadar çabuk olmaz. Önce yapman gerekenler var. Önce şiiri okumamız gerekiyor.

Çocuk: Ya anne ya, kandırıyosun beni. Okuyup ezberletceksin, di mi?

Anne: Demek bana inanmıyosun, gel bi gıdıkliyim seni de gör.

Çocuk: Anne yaaa.

Anne: Gece yastığının altına koyunca defterdeki şiir aklına girer ama önce bi okuyup tekrar edelim ki daha hızlı olsun, anlaştık mı? Ayrıca ben merak ettim şiiri, görmek istiyorum.

Çocuk: Tamaam.

Anne: Ooo, çok kolaymış bu, hadi ben okuyim sen tekrar et.

Çocuk: Kaç tekrar yapıcaz? Her akşam okuycak mıyız?

Anne: Yıl sonu gösterisine kimler gelecek acaba, kalabalık olur mu dersin?

Çocuk: Okuldaki bütün öğretmenler orda olacak. Arkadaşlarım ve onların aileleri de… Üst sınıflar da katılıcakmış.

Anne: Hımm, iyi hazırlanmak lazım yani.

Çocuk: Şu şiiri bi daha okusana anne.

Ferhan TEKİNMİRZA / 02.08.2021

Kategoriler
Blog Yazarak İyileşme Blog

Zaman ve Mekânın Dışında Bir Dünya – Fatma Genç İnal

Seninle olan birlikteliğime dair ilk hatırladığım anı beni ziyaretime gelişindi. Yetmişli yıllardan biriydi. Elinde bir çuval pirinçle gelmiştin kapımıza. Yaşadığım evdeki insanlar “bak baban geldi. Gel bir merhaba de” dediler. Bense senden kaçıyordum. O günkü aklımla seni sıcak karşılayamadım. Çocukluğum, gençliğim bir gün gelip beni buradan alabileceğin korkusuyla geçti. Ancak bir yanım da babam olsun istiyordu. O gün bugündür kırmızı pirinç tanelerini severim. Kırmızı taneli pirinç getirmiştin. Bir daha da gelmedin. Ne çabuk vazgeçmiştin evladından.
Uzaklardan sana dair bilgiler az da olsa ulaşıyordu. Hala seni görmeye hazır değildim. Annemi buldum. Ziyaretine de gittim. Neydi onu bu hayattan koparan anılar, öğrenemedim. Sanki zaman ve mekanın dışında bir dünyası vardı. Ne sözle, ne bakışla ulaşamadım ona. Ama annemdi işte. İnsan merak ediyor. Yeniden evlenmiş. Yaşlı, yatalak bir kocası vardı. Çevresinde akıp giden hayatın farkında değildi. Kendine kocaman bir alan açmıştı zaman ve mekanın dışında.
Kardeşlerimi de buldum. Yollarımız ayrıldığında biri üç yaşında diğeri ise yedi yaşındaydı. Evlenmişler, çocuklara karışmışlar. Daracık Bursa sokaklarında kız kardeşimin evini ararken kan bağını ilk o zaman hissettim. Evinin nerede olduğunu bilmiyordum. Ancak bir evin önünde bacaklarımın bağı çözüldü. Orasıymış. Bedenim önceden hissetti. Erkek kardeşim de geldi. Duygu dolu bir gün yaşandı.
İkibinondört yılıydı. Zaman gelmişti. Artık babamı ziyaret etmek istiyordum. Köyde yaşıyordu. Baraj çalışmaları için o kadar çok tünel yapmışlardı ki otuzdan sonra saymayı bıraktım. Temmuz sıcağında zorlu bir yolculuktu. İlçeye varınca mola verdik. Yanımda eşim, kızım ve beni büyüten amcam vardı. Dükkanları dolaştık. Gövermiş peynir dükkanlarını gezdik. O gün aldığım Yusufeli bıçağını hala kullanırım. Babam da ilçeye öteberi almaya inmiş. Hatırladığım ikinci görüşümdü babamı. Hafif çekik gözlü, iri yarı, uzun boyluydu. Eşimin ona iltifatı “Fahri Baba pehlivan gibisin” oldu. Çok hoşuna gitti. Arabaya binip köye doğru yola çıktık. Ahşap küçük bir mutfak, soba, kanepe ve duvara asılan birkaç kıyafetten oluşan sade bir odaydı. Küçük mutfakta ise birkaç tabak, çatal , tezgah üstü bir ocak ve buzdolabı vardı. Ve bir de ahşaptan yapılmış ambar evin en önemli yeriydi. Gözlerim her şeyin üzerinde geziniyordu. Yaşamına dair ipuçları yakalıyordum.
Erkekler yere bağdaş kurdu oturdu. Kızımla yer sofrası kurduk. Hem sohbet ettik, hem de yedik içtik. Sıcak ve nem dayanılır gibi değildi. Veda zamanı geldi. Soramadığım, içimde kalan ne çok sorular kaldı. Fotoğraflar çekildi ve o gün dikkat edemediğim pek çok ayrıntıyı fotoğraflarda gördüm.
Bir ay sonra ölüm haberini aldım. Haftalarca gözyaşı döktüm. Tanımaya fırsat olmadan hayatımdan ebediyen çıkmıştı.
Aile dizilimiyle gün yüzüne çıktı gerçekler. Öyle bir zaman geldi ki tanımadığım atalarımı tek tek affettim. İçimdeki karanlık noktalar aydınlandı. Fark ettim ki eğer anılara varınca, seni eskisi kadar etkilemiyorsa atalarım da beni affetmiştir. Bir hocam “Zihin kabul edilmeyeni kabul ettiğinde genişler” demişti. Artık köklerimi bilerek, anlayarak yolculuğuma devam ediyorum.
Fatma Genç İnal 10-14 Temmuz 2021