Carl Gustav Jung, İsviçreli psikanalist ve analitik psikolojinin kurucusu, UFO (Unidentified Flying Objects – Tanımlanamayan Uçan Nesneler) fenomeniyle 1950’lerin sonlarında ilgilenmiş ve bunu psikolojik bir perspektiften ele almıştır. Jung, UFO’ları fiziksel bir gerçeklik olarak kabul etmek yerine, onları kolektif bilinçdışının bir yansıması ve modern bir mit olarak yorumlamıştır. Bu yaklaşımını, 1958’de yayımlanan “Flying Saucers: A Modern Myth of Things Seen in the Skies” (Gökte Görülen Cisimler Üzerine Bir Mit) adlı kitabında detaylı bir şekilde açıklamıştır.
Jung’a göre, UFO gözlemleri ve raporları, bireysel ve toplumsal psikolojinin derin katmanlarından kaynaklanan projeksiyonlardır. Soğuk Savaş dönemi gibi kaygı dolu zamanlarda, insanlar kolektif bilinçdışındaki arketipleri (örneğin, mandala gibi yuvarlak şekiller, bütünlük ve kurtuluş sembolleri) dış dünyaya yansıtmakta ve bunları UFO’lar olarak algılamaktadır. Bu fenomen, bireylerin ve toplumun içsel çatışmalarını, korkularını ve kurtuluş özlemlerini temsil eder – örneğin, nükleer savaş tehdidi altında gökyüzünden gelen “kurtarıcı” figürler olarak. Jung, UFO’ların fiziksel varlığını tamamen reddetmez; ancak asıl odak noktası, bunların insan psişesinin bir ürünü olduğu ve rüya, vizyon veya sanatsal ifadelerle benzerlik gösterdiğidir.
1957’de yazdığı bir mektupta, UFO’ları “modern bir mit” olarak tanımlamış ve bunların kolektif bilinçdışından doğan duygusal bir temele dayandığını vurgulamıştır. Jung, bu fenomeni incelediğinde, UFO’ların genellikle yuvarlak şekillerde rapor edildiğini ve bunun psişede “kendilik” (self) arketipini simgelediğini belirtmiştir. Ona göre, bu tür mitler, toplumun ruhsal dengesini yeniden kurma ihtiyacını yansıtır.
Sonuç olarak, Jung’un UFO yorumu, fenomeni uzaylı ziyaretleri olarak gören popüler görüşlerden ayrılır ve onu psikolojik bir olgu olarak ele alır – tıpkı eski mitlerdeki tanrı veya melek görüntüleri gibi. Bu bakış açısı, günümüzde bile UFO tartışmalarında psikolojik boyutun önemini vurgulamak için referans alınmaktadır.