Kategoriler
Blog Yazarak İyileşme Blog

Akşamların Rindi – Göksu Tufan

Kurmacalarına kapadım gözlerimi
Görünenin ötesinde
Gözüm gerçeğe cesur.
Sahteye korkak

Gözünün bebeği uyumsuz
Karanlıkta ağlıyor
Görüyor musun

Uyuyor musun sahi
Günümüzü görelim
Dinlemeyip
Gün görelim
Sabahlara sen gibi uyanmak istemiyorum
uykundan uyanıyorum
Dönülür akşamlar gördüm
Ufkumda
homurdan dur uykunda
Gruba karşı sevgiyle baktık
Kuzey – güney yamacı aştık
Ayrı ayrı
Amaçları aştık
Tepeye vardık

Döndüğün akşamların
Evinde
Ufkum dar
Uykum var
Uysam har
Gözünün bebeği uyumsuz karanlığına
Yaktım  mum
Sustum mum
Dokundu eriyiklere parmakların
Yapışmış yerlere kalkmıyor
Kurudu, bastılar, kırdılar
Yok mudur sıcak suyun
Kazınmaz
Fitilden kalanla
Yalvardım tanrıya
Ateşi için
Yanacak ne varsa kimyamda
Yaktım, söndüm
Buz..
Kestim
geçtim
Gençtim

geç dediğin vakitlerden geç geldim eve
Deli laleler açtı bahçemizde
beyaz, mor, pembe
Bebek gelinciklerin karnını deştim
Açmadan parçaladım onları
Süt pembesi renkleri
Kaplumbağa çiçeklerinin içinde
Suçlu bebek gelincikler
Terbiyecim terbiyesiz
Suçumu vurdu sevgisiz bakış ellerinde
Geçmiş vakitten gelen misafiri öptü
Geç dediği vakitten çok geç gelen misafiri öldü
Döndüğün akşamların evinde.

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Cinlerle Yüzleşmek – Dr. Murat Kemaloğlu

Yıl 1981.

Buğulu buğday çiğsiz iklimin,

beyinlere göçmüş bulutları mevsimin,

her ev bir ambülans sirensiz,

birkaç raşitik çocuğu taşımak için

şarkısını mırıldandığım yer Drakula filmlerindeki sisli Balkan manzaralarını andıran, askerlerin ve Romanların yaşadığı yörede kaldığım Abdülhamid zamanında yapılmış kasvetli orduevi. 2 Numaralı Topçu Taburu’nun Tabip Asteğmeni’yim. Yunanistan’la savaş tehlikesi var. Gece tatbikatlarına ABD’den hibe edilmiş İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma ambülansa akrep ve yılan serumlarımı alarak katılıyorum. Tugay’daki erler Doğu ve Güneydoğu kökenli. Bazıları okulsuz dağ köylerinden gelmiş. Kürtçe yasak. Kimi erlerin muayene ve tedavilerini yapabilmek için Kürtçe öğreniyorum. “Êşa te çiye?”, “Navê te çiye?”, “Tu çawayi?”, “Êşa te çi deme dest pêkir?” vb. Sıkı bir disiplin ve hipnotik bir boyun eğme ortamı var. Öyle ki, beni yüzlerce metre öteden fark eden bir er duruşunu değiştirip hazır ola geçiyor. Generaller için yapılan tatbikat sırasında elinden silahını düşüren bir er, “sen daha silahını taşıyamıyorsun, düşmana karşı nasıl savaşacaksın,” diye azarlanarak katıksız hapis cezasına çarptırılıyor ve benden bunu onaylamam bekleniyor.

İlk karşılaştığım hasta, çürüğe çıkma ümidiyle tüfeğini parmağına dayayıp ampüte etmiş bir erdi. Mendilin içinde getirilen parmağına bakarken bakışları ateş saçıyordu. Yüzündeki korkunç anlatım, kopuk parmağın yarattığı dehşetten daha ürkütücüydü.

Sonra gelen hasta ise tam tersi bir yüzle karşıma çıkarıldı. Tek patolojik muayene bulgusu yüzündeki güzel kayıtsızlık (La Bella İndiferencia) ifadesiydi. Bacaklarına aniden felç inmiş ere konversiyon histerisi tanısını koymam zor olmadı. Vatani görevini yapsın diye on yıl önce askere alınmış. Sürekli firar edip yakalanıyor, sil baştan askerlik yapmak zorunda kalıyormuş. Teskeresini almasına birkaç hafta kala yeniden firar etme arzusunun ve hayallerinin hücumuna uğramış. Kaçarsa yakalanıp tekrar sıfırdan başlayacak. Firar etme arzusuna karşı müthiş bir direnç geliştiriyor. Aynı anda yaşadığı arzu ve direnç arasında çarmıha gerilmiş gibi hissediyor. Bilinçdışı bir düzenek bacaklarını felç edince firar olasılığı ortadan kalkıyor, böylece yaşadığı şiddetli anksiyeteyi hissetmez oluyor. Derin ıstırap bittiği için de felçli bacaklarına güzel kayıtsızlık dediğimiz mutlu bir yüz ifadesiyle bakıyor.

Talim sırasında aniden kendini yerlere atıp çırpınmaya başlayan, avaz avaz bağıran ve korkunç acılar çekerek kıvranan bir er arkadaşları tarafından telaş ve korkuyla revire getirildi. Korku ve acı içindeki bu er, kendisine cinlerin saldırdığını ve sopalarla dövdüğünü söylüyordu. Anksiyete bu kez disosiyatif histeri olarak karşıma çıkmıştı. Bu disosyasyon kısa süre içinde bir salgına dönüştü, “cin çarpma epidemisi” ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Askerler, “imam çağıralım, yoksa cinler hepimize musallat olacaklar” diyorlardı. Komutan beni yanına çağırıp “doktor, ‘imama gerek yok, ben bu sorunu çözerim,’ demişsin. Ya cinler gerçekten varsa?” diye beni uyardı.

Bir erin anksiyetesi manik eksitasyona dönüştü. Bu er eline sopa alıp küfür ve hakaretler yağdırarak kahkahalarla tabur komutanına saldırdı. Erin kendisi adeta bir cine dönüşmüştü. Askeri hastane bu eri kabul etti. Teke tek ve tüm askerlerle yaptığım uzun görüşmelerde erlerden bir tanesinin anksiyetesinin histerik değil şizofrenik olduğunu fark ettim. Şizofreni ön tanısıyla üç kez ambülansla askeri hastaneye sevk ettiğim er temaruz zannedilerek üçünde de tabura geri gönderildi. Bir gece, nöbetinde tüfeğinin namlusunu göğsüne dayayarak tetiği çekti. Aortu paramparça olmuştu. O günden sonra cinler bir daha görülmedi. Kurbanlarını da alıp gitmişlerdi.

Transformasyon süreci kurbansız yaşanabilir mi…?

İmam Şibli Ortaçağ’da yazdığı Cinlerin Esrarı adlı kitabında Yunan tanrılarının aslında birer cin olduğunu, Allah’ın tekliğini/birliğini göremesinler diye insanları kandırıp kendilerine tanrı diye tapındırdıklarını söyler. Acaba insanlar Allah’ın birliği kavramını algılamakta zorlandıkları için ölümsüz ilahi görevlileri cin diye adlandırmak zorunda kalmış olamazlar mı? Ya da askerler arasındaki “cin çarpma epidemisi” Yunanistan’a karşı savaş hazırlıklarının yapıldığı, derin bir nefret ve düşmanlığın beslendiği bu zaman diliminde, Yunan tanrılarının bir gazabı olamaz mı? Bazı Müslümanlar bu yazıyı okurken zaman zaman “haşa” diyerek ve cin kelimesini de “üç harfli” olarak okuyarak kendilerini anksiyeteden koruyabilirler.

Bir dönemin bitmesi ve bilinmeyenlerle dolu yeni bir dönemin başlamasında yaşanacak anksiyeteyi yatıştırmak için bütün kültürler törenler düzenler. Doğum, sünnet (inisiyasyon töreni), diploma, evlenme ve cenaze törenleri geçiş döneminin anksiyetesini yatıştırmak için yapılır. Her törenin kendine özgü, müziği, dansı , giysileri ve simgeleri vardır. Eskiden gelinlik erkek tarafının yaptığı düğünde bir kez giyilirdi. Şimdilerde kız tarafı da ayrı bir düğün yapıyor ve gelinlik bir hafta arayla iki kez giyiliyor. Boşanmaların yaygınlaşması evlenirken yaşanan anksiyeteyi arttırmış olmalı.

1984-89 Zürih yıllarımda konversiyon histerisiyle bir koluna felç inmiş ve İsviçre psikiyatrisi tarafından tedavi edilemediği için kol kasları atrofiye olmuş Anadolu köylüsü bir hanım hastam olmuştu. Türkiye’de olsa bu hanım faradi yardımıyla kolayca tedavi edilebilirdi. Konversiyon histerisi ve faradi aleti İsviçre’de tarihe karışmıştı. Faradi aletine sadece psikiyatri müzelerinde rastlanıyordu. Anksiyete narsisizm, borderline, uyuşturucu-alkol bağımlılığı gibi farklı haller ortaya çıkartıyordu. Psikiyatri ve psikoterapinin Mekke’si denilen Zürih, dünyanın en yüksek intihar oranına sahipti. Çare olarak İsviçre 90’lı yıllarda psikiyatri ihtisas süresini yedi seneye çıkardı. Zürih yıllarındaki bir başka hastanın anksiyetesi epistaksis (burun kanamaları) olarak ifade bulmuştu. Bu İç Anadolu köylüsü, ergenlik yıllarında eşeklerle yaşadıkları orjiye karşı derin özlem içerisindeydi.

Bugün Türkiye’de psikiyatri polikliniğinde çalışan bir psikiyatrist günde 20 ile 80 arasındaki hastaya bakıyor. Bu hastaların hemen tümü ilk gelişlerinde anksiyetelidir. Anksiyetenin niceliği, niteliği, süresi ve ortaya çıkarabileceği sonuçlar değişkendir. Hekimin hastaya vereceği ilacın yanında Lokman Hekim’in tavsiyelerini de reçete etmesinde yarar görüyorum. Tıp Tanrısı Asklepios’un avatarı olan ve Kuran’da bir peygamber olduğu belirtilen Lokman Hekim’in oğluna verdiği tavsiyeler anksiyeteli hastalara iyi gelebilir:

Ey oğul; Kerîm kişiye ihanet etme, akıllı kimseyi hicvetme, ahmak kimseye mizah (şaka) yapma, cahille arkadaş olma, dostun da olsa düşmanın da olsa kötü ahlâklı kimsenin şerrinden asla emin olma.

Hayırlı amelin tamam olması onda acele etmekledir.

İnsanda üç şey güzeldir: Geçimli olmak, kardeşlerinin sıkıntılarına tahammüllü olmak, arkadaşlarını usandırmamak.

Öfkenin önü delilik, sonu da pişmanlıktır.

Rüşte ermek, akıllı olmak üç şeyledir: Nasihat verenle istişare, düşmanı ve hasetçiyi idare edebilmek, herkes ile dost olabilmek.

Ey oğul, görür gibi bilmediğine inanan, güvenilmez kimseye itimat eden, ulaşamayacağı şeyi arzu eden kimse aldanmıştır.

Hasetten uzak dur. Çünkü dinini mahveder, seni zayıflatır, akıbeti her türlü pişmanlıktır.

Bir idarecinin hizmetinde bulunduğun zaman ona kimsenin lafını taşıma. Bu, ancak sana olan nefretini artırır. Sen böyle yaptığında elbet başkası da senin aleyhinde söz taşır. O vakit de sana emniyeti kalmaz. Sana emniyet ettiğinde de asla ihanet etme. Sana ondan az da olsa bir menfaat ulaştığında onu kabul edip çok yerine tut. Konuşurken sözünü kısa tut. Meclislerde sırlarını sakla.

Ey oğul, sana yakın ve uzak olan herkese halim ol; yumuşak davran.

İyi ve fena kimseler yanında cehaletini sakla.

Akrabana sıla-i rahimde bulun.

Din kardeşlerin, yanlarından ayrıldığında ne sen onları, ne de onlar seni kötüleyen

kimseler olmasın..

…………………………..

Kapadokya’da Ihlara Vadisi’nde bir kilisede İsa’nın çarmıha gerildikten sonra göğe yükselmeden önceki ayak izinin kalıbı sergilenmektedir. Çıplak ayağınızı bu ayak izine koyun, bakalım neler hissedeceksiniz.

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Çekiç Medya Roza’nın Parodisini Sunar – Gül Çınar

Gülmeyenin anası ağlasın, annesi ölmüşse ve hiç birlikte hiç gülmedilerse ; anacığım sagliğinda gülemedim diye mezarına gidip ahlanıp vahlansın …

Çekiç medya da gülmek garantilidir ve küfürle gülmek bu hayat pahalılığında bu akşam iki kilo pirzola yemiş gibi karın kaslarınıza masaj yapsın ..

Benim küfürle tanışmam merak etmediğiniz üzere Arnavut olan coçukluk arkadaşım Gülşah la başladı.Onların bahçesinde ağaçların içinde oynarken benim yabancı dillere karşı sevgimi öğrenen Gülsah sana Arvavutça öğreticem, bak bu kelime buke ekmek, gomar essek , uji su gibi, nona anne, diye bir de none (anan) fiksimit të ndeshjev .nona tasivşa ögretti .Bir de ne kadar çok tekrarlarsam ögreneceğimide ifade eden arkadaşımın öğrettiği Arnavutça küfürleri kimse bilmeden neşeyle savurdum sağa sola …Ne de olsa Arnavutça İşkodra nın başkim diliydi .Bahçede birgün oynarken Arnavut olan ananesi Nonomit ; beni durdurdu.

Nonomit ; Ne öğretti bu Gülşah sana ? küfür öğretmiş, none (anan) fiksimit të ndeshjev sakın kııızım, sakın bir daha duymayayım ikinizin ağzından böyle küfürler deyince müthiş afallamıştım.Gülşahsa bir kenarda benim surat ifademe kıkır kıkır gülüyordu , ben de o gün anlamını bilmediğim kelimeleri ve söz öbeklerini bir daha asla kullanmamayı öğrendim… Sonra beni Nonamit ananeme de şikayet etti ,ananemde anneme söyledi.

O kavurucu ağustos ayında annem küfürün ilacı karabiberdir diyerek ağzına bir güzel karabiber doldururum senin diye beni tehdit edince ; anladım ki hesabını veremeyeceğin, anlamını bilmediğin kelimeleri kullanırsan kısaca insan kelimeleri özenle kullanmazsa bedelini neyle ödeyeceğini de bilemez…

Sonra ortaokul sıralarında küfürcü Hikmet cıktı ortaya, İngilizce dersinde ıngilizcedeki artiıckle ları kullanarak küfürler türetmeye başladı .the, can ,me, but ,the .Bunları tahtaya arka arkaya yazıp kız arakadaşlarımızı tahtaya iterek ikide bir Türkçesini oku, Türkçesini oku. the can me but the . diken mi battı ? diye diye gülüşüyorduk.Bir de Hikmet tahtaya Almanca bir seyler yazıyordu “ herr heusen die beinder ”türkçede tamamı: “her havuzun dibi aynıdır, inanmazsan in de bak!” gibi cumlelerle birlikte sonuna küfürlerde ekleyerek baya eğlenmiştik doksandörtlerde …Lisede de altına ten rengi üstüne siyah çorap giyen mini etekli çift çoraplı kızlara delikli İsveç kaşarı diye başlayan küfürler savruldu havaya .O dönemde gidip uzun sırma saçlarımı erkek gibi kestirip eteğimi de uzun giydim asla da iki ince çorap üst üste giymedim .Pilav gününde bu yüzden tanıyamadılar beni… Üniversitede herkes son derece birbirine saygılıydı ama çan eğrisi yüzünden hocalara küfür etmek çok modaydı. Arkasından küfür edilen hoca bilirdik ki en sıkı çan eğrisini kullanan hocaydı.

Yüksek matematikte en sevdiğim konu integral ve türevdi .Sınav sonuçlarını astırmak için matematik öğretmeni beni odasına ilk çağırdığında kan ter içinde beklerken kapı önünde Eyvah dedim küfürleri duydu , sınıf sözcüsü ben olduğum için acısını benden çıkartacak diye 95 aldığıma bile sevinemedim çan eğrisini etkilediğim için sıfırı alan sınıf arkadaşlarımdan biri ben listeyi asarken , çalışma bu kadar inek orospu diye bana da küfür etmez mi ??

….

Bunları kaleme alırken telefon çaldı .Arayan köyden Zehra ablaydı …

Zehra ”Dölü (deli) appam (ablam) nasılsın ,uşak devşek (çoluk çocuk nasıl ? iyi misin, pandomiyle (pandemiyle) aran nasıl ?

Roza :” Zehra abla nasıl olalım ,Pandemide çoluk çocuk gıdım gıdım (azar azar) deliriyoruz evin içinde .Siz nasılsınız?

Zehra: Biliyoosun işte Bozkurttan Abana ya taşındık.Derenin yanında şıkır şıkır ev aldık deyelekten ne gözel derken ,gocca gocca tomruklar yetti bizim binayı göçümeye ,AAAAllah belasını versin o Orman müdürünün Göbel , m(b)ok vardı sanki onca tomruğu derenin basağina doldumuş gitmiş ,kimi dedi hes patladı ,kimi dedi köprü bozuk,kimi dedi dere yatağı ,ne bilelim biz derenin yatağımudur yorganımudu ??? ev aldık diye sevinüp hava atıyoken bunlar başımıza geldi işte sel katıp gitti her şeyimizi önüne canımızı zor kurtardık biliyooosun işte …. O orman müdürü varya ah orman müdürün anasını boğaz köprüsünde Abdulhamıt ın pandosu sevsün ,hem Asya seyretsin hem de Avrupa seyretsin. Ahhh kızım ahhh buncaaa sene körü d(s)iksen gözü açıludu bizimkilerin gözzüü açılmeyaaa açılmeya hiç açılmaya işte gözü kör milletin fiyatlarıda görmeyalar …

Hem gız seni sahilde bu yaz yazı yazarken görmüşler sen Abana sahildede Nadar köyü kızı Azımeyle hep kitap okuyodun, Bak AAAzıme ye kitabı tersten tutaa tutaaa, kitabı tersten okuyaa okuyaa Serdar la işi pişidü gitti. Emirgan da müstakil villada oturuyormuş.Sen apartman tepesinde oturuyodun değil mi ?

Roza: Evet , Zehra abla apartman dairesinde en üst katta oturuyorum …

Zehra: Neee oooo öyle !!!!!! Baktım instagrama Ayşe nin dediği yere , ak saçlı bilge müdü nedü otudum izledim ne gözel anlatıyo , izledim gız …Kimi kiydi bak şimdi unuttum

Roza : Harika bir psikiyatrist Murat Kemaloğlu Zehra Abla ,

Zehra : Ananı aradım geçen hafta , öte alem okuluna yazdumuşlar seni, oyle dedi bağa (bana) ,yazarak iyi olacak kızım dedi …

Neee oooo öyle !!!!!! Baktım instagrama Ayşe nin dediği yere , ak saçlı bilge müdü nedü otudum izledim ne gözel anlatıyo, izledim gız …Kimi kiydi bak şimdi unuttum adını ?

Zehra :İyi de Gızım , sen iki cocuklan otusana otuduğun yere , oturağı götüne goy, otu otudugun yerde , yat aşşağa , bırak elinden telefonu ,korsan programla kocayı takip etmeyide bırak ne mok yerse yesin , dölülük (delilik ) alametleri bunlar. Aslında vaaryaa Serdar ın gözü sendeydi , dedim saaaana bu mimar bozuntusu seni hasta eder diye . Köye kadar indi haber hasta olmuşun o narsistin yüzünden.. Sen bana bakma emme başa gelen çekilü .(çekilir) .Sen gendüne iiyi baak .

Roza: Sağol Zehra abla ,sen beni iki günde bir ara olur mu ?

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Hayat Yolu – Mine Kar Özbek

Zor geldim, ben bu yolları zor geldim.
Yokuşum hep dikti.
Yorulduğumda küfretmemek için bahaneler buldum kendime.
Yaşamak dedim, umut dedim, hayal dedim gökyüzüne bakarak.
Yokuşa çıkarken fren tutmayan arabanın geri geri kaçması gibiydi.
Ait olamadım hiçbir hayale.
Tutunamadım o çok sevdiğim gençliğime.
Kederli bir şarkı gibiydi yolun sonu.
Mutlulukla hep kavgalıydık.
Değer miydi? bilemedim.
Bir gün gözlerimi açtığımda hayalim yanı başımdaydı.
Heyecandan tutamadım göz yaşlarımı
Kaybederim korkusuyla daha sıkı sarıldım.
Sarıldıkça korktum.
Korktukça kaybettim.
Kimsesiz kalmış gibi kalana kadar.
Yok sayıldım, fark edilmedim, beklenmeyen bir misafir gibiydim.
Örselendi ruhum.
Yoruldu kalbim.
Vazgeçmedim…
İnanmak dedim, başarı dedim, sarıldım kendime.
Sevmek dedim, sevilmek dedim, sarıldım öğrencilerime
Gitmek dedim, kalmak dedim, başardım sonunda…
Gülmek dedim, ağlamak dedim, koptum dalımdan
Öğrendim dedim, öğrettim dedim, buluştuk sonunda.
Aradığım mutlulukla…

Mine Kar Özbek

(24.11.2021)

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Tekinsiz – Ahmet Sırrı Yücel

Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Özellikle, farkında, bilerek gidebildiğim kadar ileri gittim. Bütün nefretimi, bütün nefretimi, bütün nefretimi kusmaya çalıştım. Kusamadım. Olmadı. Bağırsam belki olurdu, yazı ile olmadı.

Küfrederken (sahte küfür) duraksadığım oldu. Korktum sanırım. Başkalarının görmesinden korktum. Selin’in görmesinden korktum. Beni bırakmaya bir türlü tenezzül edemeyen baş ağrım daha da kuvvetlendi (kuvvetlenmese şaşarım zaten orospu çocuğu).

Utanmamam gerekiyor, bilerek yaptım ben bunu. Neden bu kadar rahatsız edici, niye tahammül olmuyor, edilmiyor bir türlü.

Çok güvensiz her taraf. Tekinsiz. Küfrettiğim için mi oldu, ne bu böyle. Çok ters. Çok ters gidiyor her şey. Dayanamıyorum. Dayanamıyorum. Dışarı çıktım. Bu kafede bir şey var herhalde. Dayanmakla uğraşmayı kestim. Lanet kafeden defoldum gittim.

Sahile doğru yürüsem düzelir herhalde dedim. Yürüdüm (ne yapayım?). Bir şeyin düzeldiği olmadı. Düzelir çocuksu inanışıyla biraz daha dönüp dolandıktan sonra hiçbir şeyden hiçbir bok olmayacağını sonunda kabullenip (kabullenir gözüküp) evime doğru yürümeye başladım. Geçmiyor. Kurtulamıyorum. Olmuyor.

Selin aradı. Biraz muhabbet etti, öylesine aramış.

– Sesin durgun geliyor, dedi
– Tekinsiz dedim, tekinsiz geliyor. – Ne geliyor, dedi.
– Bilmiyorum, dedim.

Anlattım durumu. Pazar günü dedim, kütüphaneler kapalı. Evde de ders çalışamıyorum, olmuyor. (Yalnız kalıyorum, güvenli değil.) Ders çalışmam, kitabımı okumam lazım, bulmuşum sessiz saki bir kafe, oturmuşum güzel güzel, dedim. Bir türlü ilerleyemiyorum zaten, bir adım ileri gidemedim, bir halledemedim şu dersleri. Tatil bitiyor daha başlardayım, hiçbir şey yetişmiyor. Kafede duran, ara sıra konuşan güruh sesini arttırmaya başladı. Bağıra çağıra konuşuyorlar. Okuduğumu bir türlü anlayamadım. Tekrar tekrar okumaya çalışıyorum, olmuyor. Yarım saat böyle geçti. Kafayı yedim. Aktaramadığım (Aktarmam zaten, nerede görülmüş aktardığım) nefreti, yazmaya karar verdim, dedim. Şimdi de kötüyüm, dedim.

Tabi, merak etti ne yazdığımı. Ben de, sanki kendime başkalarının tahakkümünden kurtulmuş olduğumu kanıtlamaya çalışırcasına olur dedim. Unutmuştum ne yazdığımı, tam hatırlamıyordum ama iş gösterme aşamasına gelince, çok utandım. Çok utandım. Saçma sapan hareketler yapmaya başladım. Fakat en son, gösterdim ona. Benimle bütün ilişkisini kesmesinden korktum sanırım. Tekrardan yarıda bırakılmış olmaktan. Gerçekten, tekrardan yarıda bırakılmış olmaktan mı? Değil. Tekrardan yapayalnız olmaktan. Orada boğulmaktan.

Kategoriler
Psikoterapi Araştırma İnceleme Yazarak İyileşme Blog

Ne Seninle Ne De Sensiz: Düşmanımı Seviyorum – Şehmus Ay

Literatürde “Düşmanca bağımlılık” olarak da geçer: Hostile dependency. İlk kez 1966 yılında Knight Aldrich tarafından tanımlanmıştır. Düşmanca bağımlılık ya da düşman bağımlı bir ilişki, taraflardan birinin veya iki tarafın düzenli olarak birbirine karşı düşmanca veya saldırgan davranışlarda bulunduğu bir ilişkidir. Ancak, her iki taraf da birinin diğerine olan bağımlılığı veya karşılıklı bağımlılığı nedeniyle ilişkiyi sürdürür. Hem saldırganlığın hem de karşılıklı bağımlılığın bu dinamiği, bir ilişkide düşmanca bağımlılığa yol açar.

Ergenlerde sıklıkla görülen bu ilişki yetişkinlerde de evliliklerde, işveren çalışan ilişkilerinde de görülmektedir.

Literatürde Düşman Bağımlı ilişki biçimi yaygın görülen 10 kişilik bozukluğu türünden biri olarak kabul edilmektedir.

DİB’li insanlar, başkalarının kendileriyle ilgilenmesi için ezici bir ihtiyaç duyarlar. Çoğu zaman, DİB’i olan bir kişi, duygusal veya fiziksel ihtiyaçları için kendilerine yakın olan insanlara güvenir. Düşmanca bağımlı bir kişi, problem çözme ve hatta fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılama konusunda kendisinden ziyade başkalarına güvenir. Hayatlarının sorumluluğunu alamazlar ve bir istikrarlı bir şekilde sürdüremedikleri için çevrelerindeki insanları suçlarlar. Sevdiklerine karşı davranışları saldırgan, rahatsız edici hatta tacize varan sertlikte olabilir ve bu insanlar genellikle hayal kırıklıklarının acısını sevdiklerinden çıkartırlar.

İstatistikler, yetişkinlerin kabaca %10’unun literatürde bilinen bir kişilik bozukluğuna sahip olduğunu göstermektedir. Yetişkinlerin %1’inden azı da DİB kriterlerini karşılayan kişilik özelliğine sahip olmaktadır. Kadınların erkeklerden daha fazla DİB özelliklerine sahip olma eğiliminde olduğu bildirilmektedir.

Düşman Bağımlı kişilik bozukluğu olan birinin aşağıdakilere benzer çeşitli semptomları olabilmektedir:

  • Kişisel sorumluluktan kaçınma.
  • Yalnız olmanın zorluğu.
  • İlişkiler sona erdiğinde terk edilme korkusu ve çaresizlik duygusu.
  • Eleştiriye aşırı duyarlılık.
  • Karamsarlık ve özgüven eksikliği.
  • Günlük kararlar vermede sorun.

Not: Bu sorunun tedavisi için Antalya Ruhbilim okulu‘na başvurabilirsiniz.

İnstagram: drmuratkemaloglu

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Ömer Hayyam Alkolik miydi? – Şehmus Ay

“Şarap sen benim günüm güneşimsin

Öyle bir dolsun ki seninle içim

Bir bildik görünce beni sokakta

Ne o şarap, nereye böyle desin.”

Ömer Hayyam, özellikle 19. yüzyılda Oryantalistlerin yeniden keşfederek bütün dünyaya kazandırdığı bir karakter haline gelmiştir. Şiirlerindeki engin ironi ve eleştirel ton, kadim zamanlardan günümüze gelen birer hazine gibi. Özellikle ayyaşlığa ve dinsizliğe övgü dolu şiirlerini kolay okunan Rubai formunda yazması, Batılı okur için çok makbul bir ozana dönüşmesine yol açmıştır. Cebir, geometri, astronomi, fizik ve tıpla ilgili çalışmaları da olan bir bilim insanı olmasına rağmen, rubaileriyle bilinmektedir. Kutsal olanla dalga geçer gibi üslubu ve şaraba yaptığı övgüler, Ömer Hayyam’ın protest bir figür gibi algılanmasına da sebep olmaktadır. Yüzeysel okumalarda onun insanları alkol kullanımına teşvik ettiği yanılsaması bile oluşmaktadır.

Peki gerçekte Hayyam bir alkolik miydi? Onca derin şiirinde şarap tam olarak neye karşılık gelmektedir?

Epikürcü filozofların hazcılığına yakın bir felsefi tutum içinde olan Hayyam, hayatın geçiciliği, ilahi boyut ile insan var oluşu arasındaki çelişki ve çatışmalar, durdurulamaz ve herkesi ezip geçen zaman ve ölüm, toplumsal düzenin saçmalıkları ve devlet sistemlerinin irrasyonel tutumlarını şiirlerinde işlemiştir. Bununla birlikte dinlerin insanların gündelik hayatlarını cendere altında tutan uygulamalarını da rubailerinde sıkça işlemiştir.

Eldeki kaynaklar, Ömer Hayyam’ın mazbut bir hayatı olduğunu, şarap içse bile ayyaş olup sağlığını tehlikeye atacak denli başıbozuk bir hayat yaşamadığını göstermektedir. Hatta bazı şiirlerinde 70 yaşını geçtiğinden bile söz eder. Yaşadığı dönemin karmaşası da dikkate alındığında ayyaşlık ve berduşluğun hiç de kabul edilebilir bir yaşam biçimi olmadığı görülecektir. Bu nedenle Hayyam’daki şarap güzellemelerinin mistik ve deruni anlamları olduğu konusunda pek çok çalışma mevcuttur. Hatta dine ve Tanrı’ya yönelik bazı aşırı şiirlerin kendisine ait olmayabileceği, onun isminin arkasına sığınılarak üretildiği de ileri sürülmektedir.

Matematik ve gökbilim alanında önemli buluşları olan ve çağının en büyük bilginlerinden biri olan Hayyam’ı alkolle ve sarhoşlukla özdeşleştirmek, onun şiirlerindeki derinliği fark etmemenin sonucudur. Çünkü çoğu şiirinde şarabın bir metafor olduğu görülür. Eleştirel akıl, tabulara teslim olarak dar bir bakış açısına hapsolmayı reddetmek, yerleşik değerlerin insanı kısıtlayan yanlarına nanik yapmak, itiraz eden ve kutsallara boyun eğmeden hakikate ulaşmayı seçen bir bilgenin sözleridir o rubailer. Şarap, belki de kimliklere ve düzene yapışıp kalmak yerine daha ötesine, aşkın olana ulaşmanın metaforudur.

  1. yüzyılın Paris’indeki Charles Baudelaire de farklı bir çınlamayla benzer şeyler söylüyordu:

Sarhoş Olun – Charles Baudelaire – (1821-1867)

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun. Her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun. ” Saat kaç?” deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: “Sarhoş olma saatidir… Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Bırak Gün Kavuşsun – Ayşe Öztekin

Elinin birini  Rodin’in düşünen Adam’ı gibi çenesine,  öbürünü oturduğu  iskeleye dayamış, ayaklarını iskeleden denize doğru sarkıtmış öylece duruyordu. Aslında kafasından ve kalbinden geçenlere bakılırsa pek de öylesine oturuyormuş gibi değildi. Bildiği herşeyi unutmuş, tanımlayamaz, adını  koyamaz, dolayısıyla da sanki yokmuş gibi hissediyordu. Ne söylese “hata”, ne başına gelirse “aptallık”, ne ters giderse “beceriksizlik”, canı dinlenmek isterse “tembellik”, birilerine yardım etmek isterse “ele yaranmak”, yazı  yazsa “kandırmaca” ; sevecen olsa “göz boyama” , aşağı  tükürse sakal,  yukarı  tükürse bıyık  cinsinden verilecek  bir ad bulunuyordu.  Artık hareket edemeyecek, söz söyleyemeyecek  gibi  hissediyordu  kendisini. Ara sıra gözleri ufka, ara sıra da  hemen ayaklarının altındaki berrak  suda oynaşan balıklara takılıyordu. Ne kadar gerçekti balıklar? Balık  balıklığını biliyor muydu acaba, Elif Elif’liğini unuttuysa? Hani Nazım’ın “derya içre olup deryayı  bilmeyen balık” dediği balık, deryadan önce kendi balık olmaklığını  biliyor muydu acaba?

Sanki adını  koyduğu, tanımladığı, kendini sıkıştırmaya çalıştığı herşey,  ama herşey anlamını yitirmeye, içini  boşaltmaya başlamıştı. Sanki her cümle kendini başka bir cümleyle, her tanım kendini başka bir tanımla değiller hâle gelmişti. Yoksa o hep istediği AN’a mı  çekiliyordu, yoksa bunun adı  tanımsızlık  diyarı mıydı?

Uzaktan Bülent Ortaçgil’in şarkısı çalındı kulağına, doğruldu:

“Beni kategorize etme
Benle oynama
Yaftayı yapıştırıp
Bana isim koyma

Karikatürleştirme beni
İlahlaştırma
Tabulaştırma sakın
Tapulaştırma
Ben seni öyle sevdim, öyle sevdim
Ben seni

Böyle mi sevdim?

Ne çok şeye isim koyuyoruz diye düşündü, bir hafif meltem yüzünü okşadı tam o anda. Gözlerini kapatınca çocukluğuna uzandı, hep korkunun, endişenin diliyle konuşulan, bazen de büyüklerin istek ve buyruklarına uymazsan tehditkâr söz ve davranışlarına maruz kalınan günlere… Gelirine, giysisine, oturduğu eve, işine, eğitimine kadar sınıflara ayrılmış insanlara başka başka bakılan günlere… Hangi evde yoktur ki aslında böylesi korkularla, sınıflamalarla, kendilerinde olmasa da eskilere atfedilen hikayelerle bezenmiş bir çocukluk?

Dedesinin söylediklerini hatırladı Elif. “Kızım”, derdi dedesi, “olmak istiyorsan önce ezberlerinden, damgalarından, etiketlerinden, zanlarından kurtulacaksın. Bildiklerini bir kenara bırakacaksın. Ahkâmdan kurtulmayan, bu yolda bildim, oldum diyemez.  Bu  hiçbir şey  bilmeyeceksin, hakkını  aramayacaksın, hep  susacaksın anlamına gelmez; sadece kendine ve başkasına haksızlık  etmemek  için, her an yeni bir yaratmada olanın sana sunduğu olasılıkları  görebilmen ve kullanabilmen için, sana verilmiş bir gözlüktür o. Al  bu  gözlüğü kullan da daha derinden gör diyeHerkes Şems-i Tebrizi’nin havuza attığı kitaplarla Mevlâna’yı anar da, o havuza atılmış tozlu  kitaplar eğretilemesinin ne anlama geldiğini pek  bilmez.. İşte herşey, o ezberi bozmak, kuraldan, hükümden, bildiğinden bir an olsun çıkıp  başka soru  sorabilmek, başka türlü düşünüp, başka pencereden bakabilmek  içindir.”

“Ne kadar doğru  söylüyormuş dedem” diye düşündü. “Ama bunu  anneme de öğretseymiş ya! Düşünmediğim, söylemediğim, hiç niyetimde olmayanları bana yakıştırıp yapıştıran, kendi kafasının içinde geçenleri ben söylemişim gibi gören ve göstermeye çalışan anneme.”

Aslında etiket deyince aklıma, ilkokuldan itibaren kapladığımız defter ve kitapların üzerine yapıştırdığımız düz, çizgili veya çiçekli böcekli küçük kağıt parçacıkları gelirdi hep. Ne kitabı, ya da ne defteri olduğunu ayırt etmek ve işimizi kolaylaştırmak için, üstüne kısa bilgi yazıp  sınıflamak içindi onlar. Okula başlamadan önceki en sevdiğim işti. Meğer ne çok  şeye yapıştırmaya alışmışız o etiketleri. Sonra da o  öğrendiklerimizin bıraktığı izlerde gide gele, çıkamaz olmuşuz doğru sandıklarımızdan. Belki bir sapsak o yoldan, daha renkli, daha coşkulu, daha kolay yollar, yaşantılar, dostlar bulacağız kendimize. Çocuklarımızı gelenek diye,  doğrular diye, ben anneyim, ben babayım, ben erkeğim, ben halayım, ben şuyum ben buyum diye kabuklara, kılıflara boğup da kendini göremez hale gelinceye dek yabancılaştırmayacağız. İşin kolayına kaçmayacağız.

Elif bu  düşüncelerle, sorularla boğulmuşken,  arkadaşı Kenan geldi, Elif’in yanına, oturdu.

  • Dalma kızım bu kadar derine, balıklar bile suyun üstünde nerdeyse. Sen neredeysen çık oradan artık?
  • Dünyam altüst olmuş gibi hissediyorum, dedi Elif.
  • Akıllım, ne demiş Şems, “dünyam alt üst oldu diye hayıflanıyorsun, ama dünyanın altının üstünden daha kötü olduğunu nerden biliyorsun?”
  • Değilmiş miymiş? Hem ben akıllı mıyım,  annem hep aptal derdi bana,  dedi Elif.
  • İnsanın hayatında dibe vurduğu, her şeyin ters(!) gittiğini düşündüğü zamanlar vardır. En karanlık zamanlar gibi gelir o zamanlar; yaşayan için öyledir de… İşte o zamanlarda, yani karanlığın en koyu yerinden doğar aydınlık. Bir rüya, bir kitap, bir söz veya bir bakış ya da tutunduğumuz bir sevgilinin terk edişi, bizim kendimizi hatırlamamıza vesile oluverir aniden. Bu yol hep böyledir yürümeyi göze alanlar için. Yeter ki biz bu işaretleri görebilelim, farkına varabilelim ve eyleme geçebilelim.
  • Başkaları gibi  düşünmediğinde hemen etiketleniyorsun, dışlanıyorsun, dedi Elif.

Evet dedi Kenan, etiketlenirsin. Adın hep uyumsuz olur. Çünkü çoğunluk gibi düşünemezsin. Yerin hep ayrıklık olur; çünkü çoğunluğun olduğu yerde olmak istemezsin. Saçmalıklar boğar, sesini çıkarırsan asi; susarsan ezik derler. Bunların farkındaysan ve kendini bu toplu bilinçten çıkarmışsan şanslı ve özgürsündür. Yok hem farkında, hem sıyıramamışsan bu çoğunluktan kendini, esaretine ağlar durursun. Yalnızlıktır çoğu başkaldırışın sonu. Ama yıldızlar dostun olmuşsa ya da ağaçlar, belki de nefesin gecenin bir vakti; yalnızlık değil ancak bir başınalıktır bunun adı. Ve huzurdur ancak sonu.

  • Aslında Kenan, biliyor musun, insanlarla ilgili ön yargılarımız ve sınıflamalarımız toplumsal  sorunların da sebebi sanki. Kullandığı kelimeye, giydiği parkanın rengine, oturduğu  semte, içtiği sigaraya, gittiği okula, sevdiği şaire kadar sınıflayıp  bölmüşüz her şeyi. Böle böle küçültüp dar etmişiz dünyayı kendimize de başkalarına da. Böyle olunca , şiirimiz, kültürümüz, insanımız, duygularımız  güdük kalmış.
  • Öyle, haydi kalk, içini denize dökmekle olmaz bu işler.. Ne demişler her iddia sınanır ve başkalarına söylediğin bir gün senin de başına gelir. Bak  akşam oldu. Ömür de sona ermeden bize ekilen tohumları, etiketlerimizi, etiketlendiklerimizi ayıklamalı. İnsanlar değişir, kurallar, bilgiler, iklimler değişir, yönetimler, algılar, zaman değişir, renkler değişir, dünya değişir, mevsim değişir  ve her şey kendince değişir. Değişmeyen tek  şey değişimin kendisidir. Onun için sen sen ol, kendine inan ve kendi  gönlünü dinle!

Karanlık düşüncelerle yükselen ve hiç ağarmayacakmış gibi başlayan gün,  usulca zarfına giren mektup  gibi,  sonunda huzurla  kavuştu, denizin ufkunda uyudu.

Ayşe Öztekin, 22.09.2021

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Kahkaha Diyaloğu – Ayşe Öztekin

İki arkadaş konuşuyorlar:

Leyla: İnsan olmak  zor zanaat. Öyle kolayca bir gecede İNSAN olunamıyor. Baksana kendindekini ne biliyor, ne bilse gösterebiliyor insan. Tezatlarda sürekli.

Işık:    Neden öyle söylüyorsun ki

Leyla: Ya için ağlarken güldüğün, hatta kahkaha attığın hiç olmadı mı? Gitmek istediğin , deli gibi koşmak istediğin halde kaldığın; görmek istemediğin halde sevdiğini söylediğin falan?

Işık:    Olmuştur ne bileyim .

Leyla: Düşünsene kahkaha üzerine destanlar yazılır, ne yazılar da yazılmış keza; ama  neye güler, neye ağlar, nerde durur, nerde kaçar, insanın kendisi bile bilmiyor. Aslında alayından mıdır o gülmeler, boş vermişliğinden midir, sinir bozukluğu mudur,  yoksa mutluluk mu  bilemezsin.

Işık:    Ama olur mu  insan mutluluktan gülse dolu  dolu  güler, bütün iç organları da onunla birlikte güler. Hastalıklar şifa bulur.  Onun ardından ağlama gelmez ki, aksine  öyle bir hafifler ki insan, sanki bütün yüklerini atar, sanki beyninin kıvrımları ışıldar,  çocuklar gibi şen olur. İşte o zaman yasemen güler, güneş  güler, sarı  papatya güler, minderdeki kedi güler…

Leyla: Doğru söylüyorsun; kahkaha mutluluk hormonlarını artırıyormuş. Aslında keşke gülebilsek, gülümseyebilsek herşey değişebiliyor. Bu haftaya başlarken daha çok güleceğim derken hiç ağlamadığım kadar ağladım. Ne kendimde ne karşımdakinde durduramadım öfkeyi. Belki bu bağrışlar ve gözyaşları da bir boşalmaydı ama kahkaha atıp da “aman sende” diyebilseydim, hiç bir şey  bu  kadar çaresiz, umutsuz ve güvensiz hissettirmezdi bize. O gülünce açılan güneş tutuldu ve karardı her yer. Dünya kokusuz, renksiz kaldı. Dünyanın yükü üstüme çöktü sanki.

Işık:    Normalde gülmez misin sen hiç?

Leyla: Sanki herkes zekadan yoksun gibi konuşuyor, seni aptal yerine koymaya çalışıyor, gülünecek  bir şey  bulamıyorum. Ama çocuklar istisna, bir tek onlarla kendim olup  gülebiliyorum. Bir de geçen gün uzun süredir ilk defa kendimi çizgi film sahnesinde gibi neşeli buldum. Yüzerken bir dizi ince küçük, gümüş renginde balık,  çizgi çizgi denizin altında geçit yapıyordu. Hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum;  sanki onlarla gülüp onlardan biri olmuşum gibi geldi. Kahkaha atar gibi yüzüyorlardı sıra sıra, hoplaya hoplaya…  Belki de doğanın bana yaptığı en zeki şakaydı. Belki de bu gülüşle birliği hissettirdi.

Ayşe Öztekin, 14.09.2021

Kategoriler
Yazarak İyileşme Blog

Güleriz Ağlanacak Halimize – Hikmet Seda Kut

Diyaloglar, Konuşma sırası ile Kadın Erkek

Kadın: En son ne zaman  kahkaha attığımızı hatırlıyor musun?

Erkek: Epey bir zaman önceydi sanırım…

Kadın: Eskiden ne kadar neşeliydin, yüksek sesle gülerdin, fıkralar anlatırdın, espriler yapardın. Artık sus pus oldun. Sessizleştin. Bir köşede oturup durmadan cep telefonuna bakıyorsun. Lap-topunu açıp saatlerce odanda vakit geçiriyorsun. Sabah erkenden çıkıp gidiyorsun, akşam yorgun argın dönüyorsun. Yüzünü gören de cennetlik.  Durmadan trafikten şikâyet ediyorsun, işteki sıkıntılarını anlatıyorsun. Niye böyle oldun sen?

Erkek: Haklısın hayatım, kendimi uzun süredir yorgun hissediyorum. Sürekli  değişen dış dünyaya uyum sağlamakta zorlanıyorum. Sirküler takip etmek    güncel olaylar, iç siyaset, komplo teorileri, dış güçler, döviz kurları, finans yönetimi derken çok yoruluyorum. Birileri yaşam enerjimi çekti. Yeni bir kıyafet, gömlek, pantolon hiçbir şey almak istemiyor canım. Yaşadığım anın içinde olamıyorum. Hiçbir şeyden keyif alamıyorum. Ya geçmişin pişmanlıklarını düşünüyorum ya da geleceğin kaygılarını yaşıyorum. Bu güne odaklanamıyorum. Hayat gerçekten çok hızlı geçiyor ve şu anın bir tekrarı yok!!! Bunu biliyorum ama zamanı durduramıyorum, elimden kayıp gidiyor,.

Kadın: Yine felsefe yapmaya başladın. Ben sana bunaldım, sıkıldım, beni mutlu et, güzel bir şeyler söyle diyorum, sen kendi dertlerini anlatıyorsun.   Hep kendini düşünüyorsun, bak uzun süreden beri ilk defa kuaföre gidip saçlarımı boyattım, bakım yaptırdım kendime, hiç farkında bile değilsin. Yüzüme bile dikkatli bakmadın. Bir tutturdun yorgunum, başka da laf yok..

Erkek: Yeni saç stilin çok yakışmış, ne güzel olmuşsun. Dur sana bugün firmamıza gelen bir banka müdürünün fıkrasını anlatayım. Biz çok güldük. ‘’Temel Vatikan’da gezerken upuzun bir kuyruk görür. “Nedir bu kuyruk?” diye sorar. Kuyruğun ucunun kiliseye uzandığını ve Vatikan Kilisesi tarafından Cennet’in parça parça satıldığını, 1.000 $ dolar verenin cennetten bir parça satın alabildiğini öğrenir. Hemen kuyruğa girer ve kiliseye ulaşır, kapıdaki görevlilere ‘Ben Cehennemi satın almak istiyorum,’ der.

– ‘Olmaz, burada Cehennem satışımız yok, Cennetten bir parça almak istiyorsan sıraya gir,”’ Temel’i ikna edemeyen görevliler içeride Papa’ya durumu anlatırlar. Papa gülerek –‘Gidin sorun bakalım Cehennemin tümüne ne kadar veriyormuş bu akılsız adam,’ der. Kapıya inip Temel’e sorarlar. ‘10.000 $ veririm,’ . Papa Temel’i içeri çağırır, parayı alır, hazırlattığı evrakı imzalayarak Temel’e verir ve arkasından gülerek uğurlar. Dışarı çıkan Temel kapıda günlerdir Cennetten bir parça almak isteyen bekleşen binlerce kişiye, elindeki belgeyi gösterip  -‘’Uşaklar Cehennemin tümünü ben satın aldım, artık Cennet için uğraşmanıza gerek kalmadı,’’ deyince   herkes dağılır.  Cennet satışları sıfırlanınca Papa ve ekibi 10.000 $’a sattığı Cehennemi Temel’den geri almak için pazarlık etmeye başlarlar. Son durum: ‘Temel 10 Milyon $’a el sıkışır.’ ‘’

Kadın: Güzel fıkraymış. Bir toplumda akıllı insanlar çoğalırsa, din tüccarları iflas eder. Tam da bankacı fıkrasıymış, adamın aklı fikri parada dolarda olunca fıkrası da böyle oluyor.

Erkek: Evet haklısın artık fıkralarda bile Türk lirası geçmiyor. Sen düşün artık güleriz ağlanacak halimize.

Kadın: Bir tane daha anlat, ama daha komik olsun.

Erkek: Şirketteki muhasebecimiz Mehmet Bey’i biliyorsun, bir gün bizi evine yemeğe davet etti. Muhasebede çalışan birkaç arkadaş, toplandık gittik. Eşi epey uğraşmış fırında kuzu güveç, her türlü özel ev yapımı mezeler falan sofrayı donatmışlar. Yemekte sohbet koyulaşınca  Mehmet Bey’in eşi sazı eline aldı;

‘‘Henüz yeni evliyiz, Mehmet bir gün yüksek ateşle halsiz bir şekilde yatak döşek yatıyor. Ana çocuk sağlığı hemşiresi olduğum için yanımdaki çantamda ateş düşürücü iğnelerim hep hazır olur. Şırıngamı kaynattım. O zamanlar şimdiki gibi tek kullanımlık kullan at plastik şırıngalar yok. Sterilizasyon için mecbur kaynatıyoruz. Ucuna iğneyi taktım, yavaş yavaş ilacı çektim, bir baktım Mehmet gözleri fal taşı gibi açılmış elimdeki iğneye bakıyor, ateşin çok yüksek kalçadan bir iğne yaparsam hemen düşürebilirim, lütfen pantolonunu biraz aşağıya indir dedim. ‘Ben iğneden korkarım,’

‘Dalga geçme, koca adam iğneden korkar mı, hadi hazırlan,’ diyerek üstüne çullandım ve kalçasına iğneyi sapladım.’

Mehmet birden doğruldu ve kaçmaya çalıştı. İğne adamın kalçasında, şırınga elimde, ben kovalıyorum o kaçıyor. Sonunda panolunu biraz daha aşağıya inince ayağı takılıp yere düştü. Bende üstüne oturup iğneyi yaptım. Bir de baktım adamın sesi soluğu kesiliverdi . Hemen bir ambulans çağırdım, acile götürdük. Meğerse Mehmet’in iğne fobisi varmış, bu huyundan bana hiç bahsetmedi. Benim de mesleğim hemşirelik, hayatım her günü iğne yapmakla geçiyor; evlendiğim adamın böyle bir korkusu olacağı aklımın ucundan bile geçmedi.’’

Bütün masadaki arkadaşlar, Muhasebe müdürünün o komik halini düşünüp kahkahalarla gülmeye başlayınca Mehmet Bey eşine sert bir, ‘’Hanım beni rezil ettin’’ bakışı attı.  Bugün bile aklıma bu sahneyi getirdikçe gülümserim.  Allah’tan sen böyle uluorta eş dost yanında beni küçük düşürecek şeyler anlatmıyorsun. Ben Mehmet Bey gibi mülayim kalabilir miydim bu kadar kişinin kahkaha atmasına bilemiyorum?

Kadın: Kendisiyle dalga geçebilen kişinin sırtı yere gelmez. Biraz gevşe lütfen, hayat bu kadar ciddiyeti kaldırmaz, doya doya kahkaha at. Kimseden ‘ne der’ diye çekinme lütfen…

H.Seda Kut

12/09/2021