Bir hayal vurmuştu İberya’yı, hemen sonrasında da bütün Avrupa’yı. Kimsenin henüz tam olarak nereye kadar uzandığını bilemediği, bin bir tür coğrafyaya ev sahipliği yapan, upuzun nehirlerinden yukarı çıka çıka sonu gelmeyen topraklara açılan, her keşfe çıkıldığında bir başka yabancı insan topluluğuna varılan, ve belki de o zamanın katı ve neredeyse değişmez varlık eşitsizliklerine ve sosyal sınıflarına rağmen bir avuç insana, bir başka hayatın var olabileceğinin düşünü kurduran bir kıta belirmiş ve bilinen aleme dahil olmuştu: Amerika. Ve işte bu kıtanın güney kısmında bir söylenti, rüzgârlardan hızlı bir şekilde denizleri aşarak İberya’nın maceraperest sahillerine, ardından Akdeniz’in ve Kuzey Denizi’nin ticaret limanlarına, ve son olarak da varlığının ayırdına vardığı kıta ve alem karşısında ne kadar da ufak kaldığını gören bir Avrupa’nın bütün serüvencilerine ulaşmıştı. Bir altın kraldan, altın krallıktan, hatta altın insanlardan söz ediliyordu, bir altın cennet geliyordu insanların gözlerinin önüne. Yalnızca kralın başındaki, boynundaki, kolundaki, parmağındaki altın değildi Avrupa’daki gibi, herkesin üstü başı altındı: takısı, kıyafeti, başlığı altındı, evlerinin duvarları, uzandıkları yatakları, örtündükleri kumaşları altındı, çektikleri arabaları, gittikleri yolları, birbirlerine her gün verip aldıkları altındı. Küçük fakir kıtanın gözü dönmüştü, içinde yaşadıkları cehennem hayatından bir çıkış, altından ibaret bir cennete, hep bir başka dünyada gözledikleri cennete bu hayatta ulaşabileceklerini düşündüren bir fırsat gelip insanların önüne serilmişti. O millet, bu millet dinlemedi kimse, o kayıp altın diyarı bulup ele geçirmek için yelken açtılar, akın akın Güney Amerika’nın sahillerine ulaşabilmek için rüzgârları kolladılar. Bir kısmı da ulaştı hakikaten yeşil, yaban kıtaya. Avrupa ahalisinin aşina olmadığı bin bir hastalık belasından yeterince uzun süre korunup da hayatta kalabilenler, gözüpek birliklerini toparlayıp da yağmur ormanlarına dalıyor, nereye, nasıl ve ne kadar zamanda ulaşacağı hakkında en ufak bir fikri olmadan koskoca bir bilinmeyene doğru atılıyorlardı. O ağır, nemli havasıyla yabancısına baş döndürücü bir boğulma yaşatan, yemyeşil bitkileri yer yüzeyinin her bir noktasına yayılarak birkaç metre ötesini bile gözlere zor seçtiren, bir vahşi rekabet aleminde hepsi birbirinden tehlikeli türlü türlü hayvanıyla yağmur ormanları, en korkusuz, en dayanıklı, en sabırlı kaşifleri harcıyor, harcayamazsa da rahatlıkla yıldırıyordu. Günışığından yoksun karanlık yeşil ufku gözleyerek yol almaktansa nehirlerden yukarı yolculuk etmeyi tercih edenler hiç de az değildi, ama onların haritaları da bilinmeyen uçsuz bucaksız topraklardan ibaretti, keşfettikleri de devede kulaktı. Hangi vasıtayı seçerlerse seçsinler, arar durur bir avuç kâşif, geldikleri yurtlardaki halkların zihinlerinde bile canlandıramayacakları bir coğrafyada güneş renginin peşinde kilometreler kat ediyor, kimi yitip gitmeden, fakat altın ülkeyi de bulamadan geri geliyor, kimi de kendisinden bir daha asla haber alınamayarak kendine bu ormanları mezar seçiyordu. Bir insan izi, bir yerleşim kalıntısı, bir tutam altın tozu görme umudu sanrılarını vurdukça akıllarını kaybedecek duruma geliyor, hayal ile gerçek arasında bir yolculuğa zar zor devam ediyorlardı. Birkaç böcek, birkaç kuşun sesiyle ara ara aydınlanan orman, kâşiflerin patırtısıyla kulaklarda parıldıyor, onlar yollarına devam ederken yavaş yavaş sönüyor, ve sonunda o eski kara sessizliğine bürünüyor, kimi cana hayat, kimi cana ölüm mekânı olan topraklar sustukça susuyordu.
Yunus Kavruk