Derginin editörlerinin yayınladığı genelgelerin (mektubunuzda belirttiğiniz gibi benim genelgelerim değil) Başkan’a gönderilmiş olması gerektiği yönündeki görüşünüzü paylaşıyorum ve bu konudaki ithamlarınızı kendilerine bildireceğim. Derginin son sayısında yer alması yönündeki isteğiniz hem editörler -ki son birkaç gündür onları görmedim- hem de şahsım tarafından dikkate alınacaktır. Her iki öneriniz de yeni yayın organına gösterdiğiniz ilginin bir işareti olarak memnuniyetle karşılanacaktır.
Önceki mektubunuzdaki sadece bir noktaya detaylı bir şekilde cevap verebilirim: Takipçilerime birer hasta gibi davrandığım iddianız kesinlikle doğru değil. Zira Viyana’da bunun tam tersini yapmakla suçlanıyorum. Stekel ve Adler’in hatalı davranışlarından sorumlu tutuluyorum; gerçekte, on yıl kadar önce sonuçlandığından beri Stekel’e analizi hakkında tek bir kelime bile söylemedim ve hiçbir zaman hastam olmayan Adler’le de analiz yapmadım. Onlar hakkında yaptığım analitik açıklamalar başkalarına yönelikti ve çoğunlukla birbirimizle ilişkimizi kestiğimiz zamanlarda yapıldı. – Yapınızı bu temel üzerine inşa ederken, ünlü “Kreuzlingen jestiniz” ile işleri kendiniz için olabildiğince kolaylaştırdınız.
Aksi durumda mektubunuza cevap verilemeyecekti. Bu, kişisel bir konuşmada ele alınması zor ve yazışmada ise tümüyle imkânsız bir durum yaratıyor. Biz analistler arasında bir gelenek vardır; hiçbirimizin kendi nevrozundan utanmasına gerek yok. Ancak anormal davranırken normal olduğunu haykırmaya devam eden biri, hastalığına dair içgörüden yoksun olduğu şüphesine zemin hazırlar. Bu nedenle, kişisel ilişkilerimizi tamamıyla sona erdirmeyi teklif ediyorum. Bununla hiçbir şey kaybetmeyeceğim, çünkü sizinle olan tek duygusal bağım uzun zamandır pamuk ipliğine bağlıydı – bunlar da geçmiş hayal kırıklıklarının kalıcı etkisiydi – ve son zamanlarda Münih’te yaptığınız, bir insanla yakın bir ilişkinin bilimsel özgürlüğünüzü engellediği yönündeki açıklamanız göz önüne alındığında, kazanacağınız pek çok şey var. Bu nedenle diyorum ki, bütün özgürlüğünüzü kullanın ve bana sözüm ona “dostluk nişanesi” göstermeyin. Bir insanın kişisel duygularını kendi çalışma alanının genel çıkarlarına tabi kılması gerektiği konusunda hemfikiriz. Ortak girişimimiz ve bilimsel amaçların takibi söz konusu olduğunda, herhangi bir tarafın doğruluk eksikliğinden şikâyet etmek için hiçbir zaman gerekçeniz bulunmayacak; diyebilirim ki, gelecekte de geçmişte olduğundan daha fazla gerekçe olmayacak. Öte yandan, benim de sizden aynı şeyi beklemeye hakkım var. İyi dileklerimle, Saygılarımla, FREUD
Aile terapisi, aile içinde oluşan sorunları çözmeye yarayan, aile içi iletişimi geliştirmeye ve çatışmaları çözmeye yardımcı olabilecek bir tür psikoterapi yöntemidir. Bu tür terapinin amacı, aile üyeleri arasındaki iletişimi iyileştirmek, problemleri çözme yöntemlerini geliştirmektir. Aile terapisi, bir aile terapisti tarafından yönetilmektedir ve genellikle haftada bir veya iki kez yapılmaktadır. Bu terapi aile üyelerinin birlikte çalıştığı bir ortamda yapılır ve aile üyelerinin açık ve dürüst bir şekilde konuşmalarına izin verilmektedir. Bu terapi türü ailelerin içinde oluşan problemlerin çözülmesine yardımcı olmak amacıyla kullanılır ve problemlerin çözümünde etkilidir.
Aile terapisi esnasında, aile üyeleri birlikte bir psikoterapist ya da psikologla çalışır ve aile üyeleri arasındaki iletişimi, sorunları çözme yöntemlerini ve aile içinde rollerini incelerler. Terapi sırasında, aile üyeleri dürüst bir şekilde konuşabilirler ve terapist, aile üyelerini anlamaya çalışır. Aile Terapisi sırasında birlikte çalışılarak yaşanan problemlerinin çözümüne yönelik çözümler üretilmektedir ve çözümleri uygulanmaya çalışılmaktadır. Terapi sırasında, terapist aile üyelerine yeni iletişim ve problem çözme yöntemleri öğretmektedir ve aile üyelerine daha sağlıklı bir aile ilişkisi içinde nasıl daha etkili bir şekilde rol alabileceklerine ilişkin ipuçları verir.
Aile terapisi ve depresyon
Aile terapisi, depresyon ve diğer mental sağlık sorunlarının tedavisinde etkili bir yöntem olabilmektedir. Bu terapi türü aile üyelerinin bir terapistin yönlendirmesiyle birlikte çalıştığı bir tür psikoterapidir. Aile üyelerinin iletişimlerini, rollerini ve ilişkilerini gözden geçirmeyi amaçlar. Bu, kişinin depresyonunu azaltmayı ve önlemeyi amaçlamaktadır. Ancak, aile terapisi yalnızca bir parçasıdır, depresyon tedavisinin ve genellikle diğer tedavi yöntemleriyle birlikte kullanılmaktadır. Bu terapi türü depresyonu tamamen ortadan kaldırmaz ancak belirli koşullar altında işe yarayabilmektedir.
Aile üyeleri arasındaki iletişim ve ilişkileri düzgün bir şekilde işlemeyi öğrenme: Aile terapisi, aile üyelerinin daha sağlıklı iletişim kurmayı ve daha sağlıklı ilişkiler kurmayı öğrenebilecekleri bir ortam sağlar.
Aile üyelerinin desteğini artırma: Aile terapisi, aile üyelerinin birbirlerine destek vermeyi öğrenmelerine yardımcı olur.
Aile üyelerinin bağlantılarını artırma: Aile terapisi, aile üyelerinin birbirleri ile bağlantı kurmayı öğrenmelerine yardımcı olur.
Aile üyelerinin düşünce ve davranışlarını değiştirme: Aile terapisi, aile üyelerinin düşünce ve davranışlarını değiştirmeyi amaçlar. Örneğin, aile terapisi, aile üyelerinin depresyon belirtilerini azaltmaya yardımcı olacak davranışları öğrenmelerine yardımcı olmaktadır.
Aile terapisi ve depresyon tedavisi
Aile terapisi, kişinin depresyonunun tedavisinde etkili bir yöntemdir ancak yalnızca bir parçası olabilmektedir ve genellikle diğer tedavi yöntemleriyle birlikte kullanılmaktadır. Kişi depresyon veya diğer bir mental sağlık sorunu ile mücadele ediyorsa, kombinasyon yöntemlerden faydalanılması gerekir. Örneğin, kişinin depresyonunun tedavisinde kullanılan diğer yöntemler arasında şunlar bulunmaktadır:
Antidepresan ilaçlar: Bu ilaçlar, kişinin beyninin nörotransmitterlerini düzenleyerek, depresyon belirtilerini azaltmayı amaçlar. Ancak, ilaçların etkinliği kişiden kişiye değişir ve ilaçların yan etkileri olabilmektedir.
Bireysel psikoterapi: Bu psikoterapi, kişinin bir terapistle bireysel olarak çalışmasını ve depresyonunun nedenlerini keşfetmeyi amaçlar. Bireysel psikoterapi, kişinin düşünce ve davranışlarını değiştirmeyi amaçlar.
Grup psikoterapisi: Bu tür psikoterapi, kişinin depresyonu ile mücadele eden diğer insanlarla birlikte çalışmasını amaçlar. Grup psikoterapisi, kişinin desteğini ve bağlantıyı artırmayı amaçlar.
Egzersiz: Egzersiz, depresyon belirtilerini azaltmaya yardımcı olabilmektedir. Egzersiz, beyinde nörotransmitterlerin üretimini artırır ve stresi azaltmaya yardımcı olur.
Beslenme: Sağlıklı bir beslenme, kişinin daha iyi hissetmesine yardımcı olur. Özellikle, B vitamini, magnezyum ve omega-3 yağ asitleri gibi bazı besinler depresyonu azaltmaya yardımcı olur.
Antalya’da Ruhbilim Okulu, aile terapisi hizmeti sunmaktadır. Aile terapisi, aile üyelerinin ilişkilerini ve davranışlarını anlamaya ve değiştirmeye odaklanan bir terapi türüdür. Aile terapisi, aile içi çatışmaların çözümü, iletişim sorunlarının giderilmesi, aile üyeleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve aile bireylerinin kişisel gelişimlerinin desteklenmesi gibi konuları ele alır.
Antalya’da Ruhbilim Okulu, Dr. Murat Kemaloğlu’nun yönetiminde, ailelerin ihtiyaçlarına özel terapi planları oluşturur. Terapi süreci, aile üyelerinin bir araya gelerek, terapistle birlikte çalışmalarını içerir. Terapi sürecinde, aile üyeleri ile birlikte, ailedeki sorunları belirlemek, ilişkileri güçlendirmek ve daha sağlıklı iletişim kurmak için yeni beceriler öğrenmek gibi konular ele alınır.
Aile terapisi, çocuklu veya çocuksuz aileler için de uygulanabilen bir terapi türüdür. Terapi süreci, genellikle 8-12 seanslık bir süreçte tamamlanır, ancak ailelerin ihtiyaçlarına göre daha kısa veya daha uzun sürebilir.
Antalya’da Ruhbilim Okulu , aile terapisi hizmetleri için ücretler talep edebilirler. Aile terapisi hizmeti almak isteyenler, Antalya Ruhbilim Okulu’nun eğitim ve deneyimlerini araştırmalı ve uygun terapi yaklaşımları hakkında bilgi edinmelidirler.
Online terapi, teleterapi, video terapi veya e-terapi olarak da adlandırılan çevrimiçi terapi, insanların kendi ülkelerinde uygulama lisansına sahip bir terapistle çevrimiçi olarak bağlantı kurmasına olanak tanır. Canlı video seansları, çevrimiçi terapinin en yaygın şeklidir ve yüz yüze seanslara en çok benzeyenidir. Video seansları ayrıca etkinliklerini destekleyen en fazla araştırmaya sahiptir.
Online Terapi Nasıl Çalışır?
Online terapi, insanlara bilgisayarları, dizüstü bilgisayarları, tabletleri veya diğer mobil cihazları aracılığıyla lisanslı bir terapistle sanal olarak bağlantı kurmanın farklı yollarını sunar. En iyi online terapi seçenekleri, danışanların terapistleriyle canlı video seansları yapmalarını sağlar ve ayrıca mesajlaşma, canlı sohbetler veya telefon görüşmeleri yoluyla terapistleriyle bağlantı kurma seçeneğine de sahip olabilirler.
Çoğu terapistin kendi bölgelerinde herkese çevrimiçi terapi sunmasına izin verildiğinden, çevrimiçi terapi, danışanların bir terapist bulurken seçeneklerini genişletmelerine olanak sağlamıştır. Çoğu terapist bireysel veya grup uygulamaları aracılığıyla çevrimiçi terapi sunarken, Skype, WhatsApp vb. gibi uygulamalar çevrimiçi terapi için uygun olanaklar sunmaktadır.
Hangi aboneliklerin sunulduğu ve her ikisinin de maliyetleri hakkında her şeyi ayrıntılı BetterHelp incelememizde ve Talkspace incelememizde okuyabilirsiniz.
Online Terapide Hedefler Nelerdir?
Terapi için hedeflerinizi belirlemek size kalmıştır. Çoğu insan belirli bir sorunla ilgili yardım almak, başa çıkmanın daha iyi yollarını öğrenmek veya bir yaşam tarzı değişikliği yapmak için danışmanlığa gelir. Aklınızda bazı hedefler bulundurarak ilk seansınıza hazırlanmak iyi bir fikirdir. İlk seansınızda, siz ve terapistiniz birlikte çalışarak terapi için hedefler belirleyebilir ve gelecek seanslarda bunlara ulaşmak için bir plan oluşturabilirsiniz.
Çevrimiçi Terapiye Karşı Yüz Yüze Terapi: Artıları ve Eksileri Araştırma, geleneksel terapiye kıyasla online terapinin artan trendini hala “yakalamaktadır”. Belirli çevrimiçi terapi türlerinin, özellikle de canlı video oturumlarının faydalarını destekleyen daha fazla araştırma vardır, ancak canlı sohbetlerin ve mesajlaşmanın etkinliğini destekleyen daha az araştırma vardır.2,4 Bazı araştırmalar, mesajlaşma seçeneklerinin, bireysel veya grup seansları, kısa mesaj desteği veya bir terapistle telefon görüşmeleri yoluyla başka terapi alan kişiler için etkili eklemeler olabileceğini göstermiştir.
Yine de, video seanslarının bile bazı tuzakları olabilmektedir. Teknolojik sorunlar, internet bağlantısının olmaması ve teknolojiyle ilgili rahatsızlık veya deneyimsizlik, çevrimiçi terapinin etkinliğini azaltabilmektedir. Ayrıca, çevrimiçi terapi, özellikle daha şiddetli semptomları olan veya yoğun desteğe ihtiyaç duyan hastalar olmak üzere tüm danışanların ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir.
Antalya’da Dr. Murat Kemaloğlu, online terapi hizmetleri sunmaktadır. Web sitemizdeki WhatsApp ikonunu tıklayarak bize ulaşabilirsiniz.
Telepsikoloji hizmetlerinin bilinçli bir tüketicisi olun – çevrimiçi terapiyi düşünürken dikkate almanız gereken faktörleri öğrenin ve ek kaynakları keşfedin.
Online terapiyi seçmeden önce bilmeniz gerekenler Bir fare tıklamasıyla ya da bir uygulama dokunuşuyla bir terapiste anında ve ucuz bir şekilde erişebilirsiniz ya da psikoterapiyi terapistin ofisinden çıkarıp internete bağlı olduğunuz her yere taşımak isteyen birçok yeni araç ve teknolojinin iddiaları bu yöndedir. Web’i kullanmak, İnternet’i rahatça kullanabilen ve yardım arayan pek çok kişi için uygun olabilir.
Ancak kaydolmadan, oturum açmadan ve sohbete başlamadan önce telepsikoloji hakkında göz önünde bulundurmanız gereken noktalar vardır.
Psikologlar genellikle telekomünikasyon araçları veya cihazları ile yapılan terapileri telepsikoloji olarak adlandırırlar. Web terapisi, telefon terapisi, metin terapisi veya çevrimiçi terapi olarak adlandırıldığını duyabilirsiniz. Bir web sitesi, telefon veya mobil uygulama kullanarak bir psikologla etkileşime girdiğiniz her an telepsikoloji hizmetlerine katılıyor olabilirsiniz.
Teknoloji, insanların psikoterapi alma veya bir psikologla çalışma şekillerinde bir evrime katkıda bulunabilir. Araştırmacılar telepsikoloji ve tele-sağlığa büyük ilgi göstermekte ve özellikle yüz yüze, ofis içi psikoterapi seanslarına kıyasla ne kadar iyi çalıştığını değerlendirmektedir. Ancak teknoloji gibi araştırma da henüz yeni ve bilimin henüz bilmediği çok şey var.
Yalnızca çevrimiçi veya telefonla sunulan herhangi bir hizmete kaydolmadan önce göz önünde bulundurulması gereken birkaç nokta vardır.
İnsanlar Web terapisini neden seviyor? Web terapisi çok şey vaat ediyor ve yüz yüze psikoterapiye kıyasla avantajlar sunuyor.
Uygun olabilir. Çevrimiçi terapi, ofisinizden veya iş gününüzden daha az zaman ayırmanıza veya trafik konusunda endişelenmenize neden olabilir. Psikoloğunuzla buluşmak için kilometrelerce yol kat etmenize gerek yok. Bir numara çevirin veya bir siteye giriş yapın ve seans rahat olduğunuz her yerde gerçekleşebilir. Geleneksel yüz yüze terapiyle karşılaştırıldığında, bazen daha ucuz görünebilir. Bazı uygulamalar, haftalık veya aylık bir ücret karşılığında sınırsız kullanım sağlayan fiyatlandırmanın reklamını yapacaktır. Ya da çevrimiçi seans, ofis içi ziyaretlerden önemli ölçüde daha düşük görünebilir. Psikoterapi için sağlık sigortası kullanmak istemiyorsanız, bu bir avantaj olabilir. Sigorta ve çevrimiçi terapi hakkında daha fazla bilgi bir sonraki bölümde ele alınmaktadır. Çevrimiçi iletişim, özellikle genç yetişkinler veya teknolojiyi sık kullananlar olmak üzere birçok insan için çok rahattır. Daha fazla insan iletişim kurmak için e-posta, web seminerleri ve kısa mesaj kullanıyor ve özellikle kişisel veya özel bilgileri ifşa ederken biriyle yüz yüze konuşmaktan daha rahat veya daha kolay görünebilir. Bazı kırsal topluluklarda, en yakın psikolog ofisi arabayla bir veya iki saat uzaklıkta olabilir. Kronik hastalıkları veya engelleri olan bazı kişiler araba kullanamayabilir veya evlerinden kolayca çıkamayabilir. Bu durumlarda, Web veya telefon tabanlı terapi, yardım için tek seçenekleri olabilir. Web tabanlı terapi konusunda dikkatle düşünmeniz gerekenler Potansiyel faydalarına rağmen psikologlar, Web-terapinin profesyonel desteğe ihtiyaç duyan herkes veya her durum için en iyi seçenek olmayabileceği konusunda uyarıyor. İşte kaydolmadan önce göz önünde bulundurmanız veya sormanız gereken birkaç nokta:
Bu bana yardımcı olacak doğru araç mı? Araştırmalar, çevrimiçi veya mesajlaşma yoluyla tek başına terapinin her durumda herkes için etkili olduğunu henüz göstermemiştir. Bazı siteler terapi sunduklarının reklamını yapmaktadır, ancak bu iddialar yanıltıcı veya yanlış olabilir. Örneğin, uygulamaların arkasındaki kişiler terapi sağlamak için lisanslı veya nitelikli olmayabilir. Lisans sizi korur. Terapist ve psikoterapist çoğu eyalette yasal olarak korunan kelimeler değildir, yani herkes terapist olduğunu iddia edebilir ve terapi olarak görünebilecek hizmetler sunabilir. Kanıta dayalı psikoterapi aldığınızı bilmek her zaman kolay olmayabilir.
Birçok psikolog ve hasta, kısa mesajları hızlı kontroller veya hatırlatmalar için yararlı buluyor. Bazı uygulamalar ruh hallerini veya düşünceleri takip etmeye ve kaydetmeye yardımcı olabilir. Web konferansı ve gerçek zamanlı yayın, bir hasta tatilde olduğunda veya düzenli bir seansa gelemediğinde süreklilik sağlayabilir.
Web konferansı veya telefonla terapinin bazı insanlar için tek başına uygulanabilir bir seçenek olduğu durumlar vardır. Ancak şimdilik, mevcut araştırmalar ve mevcut teknolojiyle, mobil uygulamalar ve kısa mesajlaşma en iyi yüz yüze psikoterapiyi tamamlayıcı olarak kullanılmaktadır.
Antalya Ruhbilim Okulu, Ağustos 2020’de Yazarak iyileşme Programı kapsamında Zoom toplantılarına başlamıştır. Yazarak İyileşme, yazar ve psikoterapist eşliğinde sürdürülen, süreç odaklı bir grup terapisidir. Amaç iyileşmek ve iyileştirmektir. Grupta bulunanlar bir hafta önceden belirlenmiş konular hakkında bir-iki sayfalık yazılarıyla çalışmaya katılmakta ve WhatsApp destek grubunda yer almaktadır. Yazılan yazılar Antalya Ruhbilim Okulu’nun yayıncılık ayağını yürüten Zuzu Yayınları tarafından kitaplaştırılmaktadır. Dünyanın dört bir yanından katılımcıların yer aldığı bu çalışmaya, Türkçede ilerlemek ve kendi içsel yolculuğunu geliştirmek isteyen herkes katılabilmektedir.
Yazarak İyileşme, dil, edebiyat ve psikoterapi disiplinlerinin metotları kullanılarak bireyin gündelik sorunlarıyla olduğu kadar geçmişten gelen ve aşamadığı sıkıntılarının çözümünde katkı sunan bütüncül bir bakış edinmelerini ve iç görü kazanmalarını sağlayan bir atölyedir. Tıpkı Analitik Psikolojide Carl Gustav Jung’un rüya analizinde kullandığı “Amplifikasyon” yöntemi gibi, Yazarak İyileşme de bireyin kendi sorunlarının daha geniş bir çerçevede anlaşılmasını ve kültürün bazı motifleriyle ve arketipsel süreçlerle ilişkilendirilmesini sağlayarak dönüşümler yaratır. Atölyede her hafta bir konu/kelime seçilmekte ve buna ilişkin 1-2 sayfalık bir edebiyat metni (öykü, şiir, deneme, mektup, diyalog, piyes vb.) yazılması istenmektedir. Bu konu/kelime aynı zamanda arketipsel bir semboldür de. Arketipsel bir sembolün anlamını düşünürken, ona bir sanat eserine bakar gibi bakmak faydalı olabilir.
Gelişen iletişim teknik ve teknolojileri, günümüzdeki insanlar arası ilişkileri yeni bir boyut kazandırmıştır. Bir yandan mesafeler ortadan kalkarken bir yandan da uzun, zahmetli ve karmaşık işlemleri son derece kolaylaştırarak ayrıntılara değil de esas konuya odaklanmayı olanaklı hale getirmiştir. Bununla birlikte yaşadığı bölgelerde terapi hizmeti alamayan bireyler için uzaktan / online / çevrimiçi terapiler oldukça işlevsel olmaktadır. Özellikle psikoterapi hizmetlerinde online teknolojilerin kullanımı son yıllarda önemli tartışmalara sebep olmuş, yapılan pek çok araştırma online / çevrimci için terapi hizmetlerinin son derece etkili ve yararlı olduğunu ortaya koymuştur. Antalya Ruhbilim Okulu olarak da uzun yıllardır internetin getirdiği imkânları kullanarak online terapi hizmetleri vermekteyiz ve pandeminin getirdiği kısıtlamalar nedeniyle bu alanda yoğun talepler almaktayız.
Antalya Ruhbilim Okulu olarak psikoterapi hizmetlerimizden yararlanmak isteyen herkese bu hizmeti sunmaktayız.
Yazarak İyileşme’ye siz de katılmak ister misiniz? Buradan kayıt için bize ulaşmanız, telefonla aramanız ya da e-posta atmanız yeter. Biz size hemen döneriz.
Uyuyor musun sahi Günümüzü görelim Dinlemeyip Gün görelim Sabahlara sen gibi uyanmak istemiyorum uykundan uyanıyorum Dönülür akşamlar gördüm Ufkumda homurdan dur uykunda Gruba karşı sevgiyle baktık Kuzey – güney yamacı aştık Ayrı ayrı Amaçları aştık Tepeye vardık
Döndüğün akşamların Evinde Ufkum dar Uykum var Uysam har Gözünün bebeği uyumsuz karanlığına Yaktım mum Sustum mum Dokundu eriyiklere parmakların Yapışmış yerlere kalkmıyor Kurudu, bastılar, kırdılar Yok mudur sıcak suyun Kazınmaz Fitilden kalanla Yalvardım tanrıya Ateşi için Yanacak ne varsa kimyamda Yaktım, söndüm Buz.. Kestim geçtim Gençtim
geç dediğin vakitlerden geç geldim eve Deli laleler açtı bahçemizde beyaz, mor, pembe Bebek gelinciklerin karnını deştim Açmadan parçaladım onları Süt pembesi renkleri Kaplumbağa çiçeklerinin içinde Suçlu bebek gelincikler Terbiyecim terbiyesiz Suçumu vurdu sevgisiz bakış ellerinde Geçmiş vakitten gelen misafiri öptü Geç dediği vakitten çok geç gelen misafiri öldü Döndüğün akşamların evinde.
Bir Pazar öğleden sonrasında, dışarıda dolu ile karışık yağan yağmur cama vururken, konforlu koltuğumda, ayaklarımı kanepeye uzatmış, yanımdaki sehpada sıcak karamel kokulu kahvemden çıkan dumanın, fincan üzerindeki hareleri izliyordum göz ucuyla. Televizyondan gelen enstrümantal müzik, şömineden gelen hafif isle karışık yanan odun çıtırtısına eşlik ederken, elimdeki kitabın sayfalarını çeviriyor, bir yandan da diğer elimdeki kalemle, beni vuran cümlelerin altını çiziyordum.
Arada kafamı kaldırıp yukarıdaki bir noktaya odaklanarak düşüncelere dalıyordum. Kitabı okurken, öyle okuyup geçmek istemiyor, sanki satırlar arasında bir şeyler arıyor gibiydim. Neydi aradığım, bilmiyordum. Durup-durup elimdeki küçük deftere notlar almam, sonra tekrar satırlarda arayışım devam ediyordu. Fazla bir beklentim yoktu bu Pazar gününden. Güvenli alanımda, dilimden düşürmediğim bir kelime idi, ‘’huzur’’.
Üstelik bir gece önce arkadaşlarımızla, uzun süredir yapmadığımız kadar keyifli sohbetler yapıp, bir şeyler yiyip içmiştik. Genellikle sohbetler; kim, nerede, ne yaptı, ne aldı, nereye gitti üzerine bir yarış havasında geçerdi. Bir kaçı yaptıkları yurtdışı seyahatlerinden ne kadar kültürlü ve görgülü döndüklerini ballandıra ballandıra anlatırlardı. Birçok ülke gezme şansım olduğu halde, benim onlar kadar ufak detayları hatırlayamadığımı fark ederdim. Takdir ederdim onları doğrusu. Sanki o ülkeye giderken, dönüşte anlatmak için not tuttukları hissine kapılırdım. Bunun altında kalmak istemeyen diğer ailenin bireyleri, şehrin diğer ucunda açılan çok şık ve pahalı restoranda nasıl mükellef bir akşam yemeği yediklerini söyleyerek karşı saldırıya geçerlerdi. Öteki ailenin diğer fertleri ise, okudukları sosyal demokrat gazetenin başköşe yazısını gündeme getirir, ne kadar entelektüel olduklarını göstererek rövanşı almaya çalışırlardı. Hükümetler devrilir, yeni hükümetler kurulur, vatan kurtarılır ve kadehler tokuşturulurdu. Yaşları birbirine yakın ailelerin çocukları, bir odadan diğerine koşarlar, arada anne babalarının yanına gelerek, diğer oyun arkadaşlarını şikâyet ederlerdi. Güç odaklı karşı saldırılar tatlı –tatlı gece boyu devam ederdi böylece. Ha, kimi zaman bu durum iki kişi arasında ağız dalaşına gittiği ve gecenin kötü bittiği zamanlarda olurdu. Ee malum, içki kadehteki gibi durmazdı hep. Ama yine de görüşmeler aralıklı devam ederdi. Yani ‘Şarap Soslu Risotto’lu dostluklar.
Dün akşam öyle değildi. İnsanlar daha samimi, oldukları gibiydiler. Eski günlere döndüler. Çocuklukta yaşadıkları sıkıntılarını, hayatta nelerin üstesinden geldiklerini, sansürsüzce anlatıyorlardı. Biri sözü bitirmeden diğeri sözü alıyor, sanki grup terapisi yapıyor gibiydiler. Aslında tatlı insanlar diye zihnimden geçirdim, yapmacıksız hallerini görünce. En ortak konu da, çocuklar ve onları büyütürken yaşadıkları sıkıntılardı. Nasıl olduysa, sık sık bu sohbetlerin arasında konuşurken buldum kendimi. Gençlerle ve onların anne babaları ile uzun yıllardır mesai yapan bir eğitimci olarak, kendim de dahil olmak üzere en çok anne babalara takıktım. Çok sevdiğim bir yazarın kitap başlığını kendime motto yapmıştım: ‘’İyi Aile Yoktur.’’
Uluslararası bir lojistik firmasının sahibi olan babalardan biri, hiddetli bir şekilde orada olmayan oğluna saldırdı:
-Biz tırnaklarımızla kazıya kazıya geldik buralara. Keratanın arabasının modelini yükselttim, hala ders çalışmıyor. Tembel, sorumsuzca para harcıyor.
Kendimi tutamadım ve söze girdim hemen.
-Pardon, delikanlının arabasının modelini yükselterek mi tembelliğini ve sorumsuzluğunu ödüllendirdiniz. Bu durumda, ben de onun gibi davranırdım. Niye yorsun ki kendini. Bir hedefi mi var. Hiç bir bedel ödemeden dilediğini talep ediyor ve alıyor. Muhteşem bir evde, altında arabası ve cebinde sınırsız kredi kartı. Benim de babam olur musunuz?
Derin bir sessizlik ardından, anne babalar kendi çocukları ile ilgili sıkıntıları dile getirir oldular ve art arta gelen öz eleştiriler. Birden konuşmanın çok merkezinde olduğumu hissettim, eşimin omuzları geride sessiz, ama ok gibi bakışları ile göz göze gelince. Keyifli bir akşam yemeği idi, en azından benim için.
Kitabın sayfalarını çevirip, her ne arıyorsam bazı kısımları atlayarak okumaya devam ettim o Pazar sabahı. Kızım spor için dışarı çıkmış, eşim terliklerini sürüyerek açık mutfakta dolaşıyordu. Ne zaman terliklerini sürüse, bilirdim ki fırtınadan önceki sessizlikteyim. Mutfaktaki çekmeceler hızla açılıp kapanıyordu. Belli ki bir şeyleri arayıp bulamıyordu ve sonunda kızgın bir ses tonuyla.
-Neden eşyaların yerini bana sormadan değiştiriyorsun, dedi
-Neyin yerini değiştirmiş, dedim anlamaya çalışarak.
-Her neyi bir yere koysam, koyduğum yerde bulamıyorum, kaç kere uyardım seni?’’
-‘’Dün gece bilgiç-bilgiç konuşuyordun. Her şeyi biliyorsun ya sen. Neyi aradığımı da bilirsin.’’
-İyi misin sen, gene Pazar ritüeline mi döndük. Neyin huzursuzluğu bu. Bak dışarısı buz gibi, sıcacık evimizdeyiz.
-Kaç kere söyledim sana, yumurta pişirirken şu aspiratörü aç diye, mutfak tezgâhının üzerindeki şu havlu peçeteyi de kaldırmışsın. Ne biçim ev kadınlığı bu.
-Ben ev kadını değilim. Çalışıyor ve elimden geldiğince evde düzeni sağlamaya çalışıyorum. Hem sen söylemiyor muydun , çok iyi ev kadını olduğumu. Şimdi ne oldu.
-İyi ev kadını olmakla da, kadın olunmuyor tabi.
-Derdin ne senin kavga çıkarmak mı istiyorsun.
Sonra art arda gelen aşağılamalar. Çelik gibi sinirle dururken, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayan ben, minderleri yumruklamaya başlamıştım.
Ve aman tanrım, ağlamamla birlikte, onun önce bedeninde, sonra da ruhunda bir rahatlama, susma ve sessizlik oldu.
Ama ben kendime hâkim olamıyordum. Ve dinmeyen hıçkırıklar. Oysa ne güzel bir Pazar sabahı idi; huzurlu ve yumuşak. Ne oldu, anlam veremiyordum. Kendi tepkilerimi de kontrol edemiyor, kendimden şüpheye düşüyordum.
Oysa o karşı koltukta, sakin ve donuk gözlerle beni izliyordu. Gözlerinde hiçbir duygu belirtisi yoktu. Yani ne kızgınlık, ne üzülme. Hiç.
-Ne var ki, ne oluyor, ne dedim ki, çok hassassın diye oldukça dingin ve rahatlamış karşımda oturuyordu. Benim hıçkırıklarım onu dinginleştirmişti. Artık öfke yer değiştirmiş; onun ruhundan ve bedeninden bana akmış ve ben salonun bir ucundan diğerine gidip gelmeye başlamıştım.
-Evet, ne oldu ki, diye kendi kendime konuşarak.
Ve günün geri kalanı her zaman ki gibi sessiz, sakin, huzurlu geçti. Nasıl bir huzursa.
Dünyanın her yerinde kabile insanları, rüya egosunun bilinçli kişiliğin içinde, yabancı ve öteki gibi varlığını sürdüren bir ruh olduğuna inanır. Rüyalarda, bayılma ve vecd halinde egonun görünür çiftiyle karşılaşması insan yaşamında ikili bir ilkenin, günlük hayatın görünen egosunun içinde yerleşmiş, bağımsız ve ayrılabilen “ikinci bir ego”nun kabullenilmesine yol açmıştır. Bilinçli ve uyanık insanın etkinliklerinde bu ruh imgesinin genelde yeri yoktur diye düşünülmüştür. Onun dünyası, sanki yalnızca uyku dünyasıdır. Diğer “ben” varlığından habersiz uyurken, ikizi ayaktadır. Başka bir deyişle uyuyan beden hareketsiz. yatarken, uyuyan rüyasında yaşar ve birçok ayrıksı ve hoş şeyler görür. Bütün bunları “kendisi” yapar; ama bu “kendisi” kendisinin ve başkalarının bildiği kendisi, değildir, çünkü o, beş duyunun ötesinde sessizce varlığını sürdürür.
Erken ve geç gelişim aşamalarında değişik ego durumları vardır. Farklı niteliklerde ruh temsilcilerinin olduğu çeşitli ego durumlarının varlığını biliyoruz. Regresyon (gerileme) denen psikanalitik kavram, bilinç egosu ve durumlarının plastikliğini ifade eder, ama psikotik olmayan regresyonlarda hep bilinçdışında kalan rüya egosu hakkında hiçbir şey söylemez.
Her kişilik temelde çoğuldur. Bilinçten kopuk komplekslerde kendilerini ayrı kişilikler olarak meydana getirme eğilimi belirgin, tamamiyle bilinçdışı düşlem dizgeleri mevcuttur. İnsan ruhunun doğal durumu olan çoğul kişilik anima, animus, gölge, çocuk, genç, hilebaz, yaşlı bilge, ana tanrıça vb. özerk ruhsal birimleri ima eder. Tüm bu özerk ruh kıymıkları arasında insanın içinde, rüyalarında aktif bir ikinci ben olarak yaşayan “rüya egosu” benim ilgi odağımı oluşturmaktadır.
Bilinç egosu ve rüya egosu iki usulü ya da iki zamanı idare eden ve dikey simbiyozları hem evrenden hem de kolektif bilinçdışından ayrımlaşmalarını oluşturan birbirini tamamlayıcı bir çifttir. Kozmolojik düzeyde rüya ve bilinç egolarının temsil ettikleri evrensel ikilik, klasik diyosküri söylencelerinin motiflerinde görülmektedir. Bu söylencelerde ikizlerden biri ölür, ama sonra diğeri tarafından diriltilir. Rüya ve bilinç egoları arasında var olan ikilik mitolojik ikizlerin ontolojik, kozmolojik ve psikolojik tamamlayanlarını en üstün şekilde anlatan yaradılıştan eşitsizliklerdir. Bilinç dünyasında ya da kolektif bilinçdışındaki yalnız bir rüya egosu tek başına, kusurlu ve mutsuzdur, ontolojik ve ahlaki bir sakatlığı kişileştirir. Rüya ve bilinç egolarının dikey simbiyozuyla Manikeizm’deki ikizler teması arasında bir benzetme yapılabilir. Mani’nin (ki bilinç egosunun karşılığıdır) semavi alemde hem koruyucusu hem de ikinci egosu olan bir öteki kısmı olduğu söylenir. Bu ikiz (ki rüya egosunun karşılığıdır) hem Mani’nin koruyucu ajanı hem de yardımcı egosudur. Manikeizm’de ikiz egoların dikey simbiyotik varoluşu birlik, dirlik ve beraberlikle tanımlanır. İki üslubu ve iki zamanı simbiyotik ikizler olarak idare eden iki egonun psikolojik tamamlayıcılıkları hem duygusal hem de bilişsel açılar içerir.
Rüya egosu, uyanıklık egosunun benzer simbiyotik ikizi olup rüya aleminde yaşar. Her ikisi arasında tam bir Participation Mystique vardır. Uyanıklık egosu bir rüyayı anımsadığında ikizinin yeraltındaki maceralarını sanki kendisi yaşamış gibi anlatır. Bu, insanın evrensel, başlangıçtan beri mevcut olan mitomani halidir. Eğer maceralar nahoş türdense uyanıklık egosu, üç kere tahtalara vurup “şeytan kulağına kurşun” ya da “hayırdır inşallah” diyerek anksiyetesini yatıştırmaya çalışır. Bazı kültürlerin insanları, böyle durumlarda kendilerini bütün kötü rüyaların tersinin çıkacağını iddia ederek avutur. Eğer rüyalar alemindeki maceralar uyanıklık egosunun hoşuna gitmişse tüm bunların safça bir umutla gerçekleşmesi istenir. Bu basit folklorik rüya yorumlamasında Sigmund Freud’un yazdığı gibi rüya arzu doyumundan değil, bilinç egosunun rüyayı değerlendirişi arzu doyumundan ibarettir.
Carl Gustav Jung bilincin kolektif bilinçdışından geliştiğini vurgulamıştır. Bilinç egosunun gelişimi sırasında iç ve dış dünyaların Participation Mystique’i erken çocuklukta Margaret Mahler’in tanımladığı ayrılma bireyleşme fazları sonucunda biter. Bilinç egosu kendisini her şeyden ayrıştırırken, rüya egosuyla simbiyozda kalır. Bir varsayım olarak en erken ruhsal gelişim fazlarında uyanıklık egosunun yalnızca dış dünyayla değil, aynı zamanda tüm rüya dünyasıyla Participation Mystique halinde olduğunu söyleyebiliriz. Bilinç egosunun büyüyüşü rüya egosunun dışındaki tüm diğer rüya elemanlarından ayrılmayı gerektirir ve bu durum rüya dünyasında kendisini rüya egosu olarak tanıması anlamına gelir. Melanie Klein’ın açıkladığı erken bebeklikte yaşanan paranoid-şizoid pozisyon, rüya ve bilinç egoları arasındaki özgün simbiyozun henüz kurulamamış olduğu zamandır. Metaforik bir söylemle bebeğin, yeraltında yaşayan ikizini bulana dek vaktinin büyük bölümünü uyuyarak ve rüyalarını görerek geçirmek zorunda kaldığını kabul edebiliriz. Bilinç egosu rüyalar alemindeki ikizini bulunca, bilinçdışı ruhun rüya egosu dışında kalan kısmı, rüya dünyasındaki cisimleşmiş şekilleriyle uyanıklık egosuyla aynı olmaktan çıkar. Bilinç egosunun ikizi, yani rüya egosu şimdi onu rüyalar aleminde tek başına temsil etmektedir. Rüya egosu aracılığıyla bilinç egosu, bilinçdışı ruhun geri kalan kısmıyla kendi arasına sınır koyar. Bilinç egosunun, rüya dünyasının rüya egosu dışında kalan kısmıyla önceden varolan Participation Mystique’i yitirişi, Melanie Klein’ın betimlediği, bebeklikte yaşadığımız -depresif pozisyona tekabül eder. Uyanıklık egosu büyüyüp olgunlaştıkça rüya dünyasının bir mundus imaginalis olduğunu öğrenir. Uyanıklık egosuna göre rüya egosu imgeler dünyasında yaşayan bir imge olur. Ne var ki rüya egosu hem kendisinin hem de dünyasının maddesel gerçekliğinden emindir. Rüya egosunun “Bu sadece bir rüya” diye düşündüğü düşlerde bile rüyalar aleminin derealizasyonu yoktur. Rüya egosu kendi dünyasına inanmazlık etmez ve rüya dünyasının maddi gerçekliğini gözlemlemeyi sürdürür. Rüya dünyasının bu tezat ikili algılanışı ruhsal ikizlerin, yani rüya ve bilinç egolarının arasındaki bilişsel kutuplaşmayı oluşturur.
Şimdi şu soru ortaya atılabilir: Rüya dünyasının uyanıklık egosu tarafından algılanışıyla, rüya egosunun bilinçli dünyayı algılayışı arasındaki ilişki mantiksal olarak simetrik midir? Mantıksal olarak asimetrik bir ilişki, tersi ile özdeş olmayan ilişkidir. “A, B’den sonra gelir”in tersi “B, A’dan sonra gelir”dir. Burada tersi, ilk önerilen ilişkiye eş değildir. Simetrik ilişki, tersinin kendisine özdeş olduğu ilişkidir. Örneğin, “A, B’nin yanındadır” önermeseinin tersi “B, A’nın yanındadır” şeklindedir. “A, B’ye dokunuyor” önermesinin tersi, “B, A’ya dokunuyor” şeklindedir. Temelde fiziksel dünyayı ele alan bilimsel mantık olan olağan mantıksal düşünce, genellikle asimetrik ilişkileri içine alan önermeler kullanır. Ne var ki bilinçdışı çoğu zaman her ilişkinin tersine asıl ilişkiyle özdeşmiş gibi muamele eder; asimetrik ilişkileri simetrik gibi görür. Dolayısıyla, bilinçdışı bir ruhsal kişilik olan rüya egosu, bilinç egosuyla olan ilişkisinde simetrik mantık kullanır. Başka bir deyişle, uyanıklık egosu rüya egosunun madde olarak algıladığı şeyi imge olarak algılıyorsa, rüya egosu da simetrik olarak uyanıklık egosunun madde olarak algıladığı şeyi imge olarak algılayacaktır. Uyanıklık egosunun bir rüya nesnesini sadece bir sembolden ibaret olarak algılayışı rüya egosunun bir dış nesneyi yalnızca bir simge olarak algılaması demek olacaktır. Uyanıklık egosunun, rüya dünyasının düzenekleri olarak gördüğü simgeleştirme, yer değiştirme ve sıkıştırma, rüya egosunun dış dünyayla ilişkisinde gördüğü mekanizmalar olacaktır. Arketipsel rüyalarda olduğu gibi rüya imgeleri mitsel bir haleye büründükçe, dış dünyadaki nesneler de rüya egosu için mitolojik bir haleye sahip olacaklardır. Rüya egosu bilinçdışında kaldıkça kişi dünyayı rüya egosunun gözüyle göremez. Rüya egosunun artık bilinçdışında olmadığı psikotik bir durumda ise dış dünya bilinçli olarak rüya egosu aracılığıyla yaşantılanabilir. Psikozdaki bir kişi birdenbire bir arkadaşını başka birkaç kişinin sıkıştırılmış hali olarak algılayabilir. Bir sevgili aniden sinsi bir cadı ya da bir saray casusu oluverir, sokakta gülümseyen yabancı, bir ruhani lider ya da özel bir ulak gibi algılanabilir, gözlerini dikmiş bakan bir kurbağa efsunlanmış bir prens gibi görülebilir. Rüya dünyası, uyanıklık egosu için bir iç dünyadır, simetrik olarak dış dünya da rüya egosu için. Böylece psikozda nesne ve özne arasındaki sınırlar erir ve dünya kişinin ruhuyla tek bir bütün olur. Yani kişi iç dünyasına girdiğinde o dünya olur. Unus Mundus psikoz sırasında dış dünyanın bilinçte uyanıklık egosu ve rüya egosu tarafından aynı anda yaşandığı mistik bir deneyimdir. Rüya egosunun rüyalar aleminden kaçışı ve bilince çıkışı nesnelerin neden arketipsel imgelere dönüştüğünü ve maddenin neden ruhsal bir imge olarak algılandığını açıklar. Bir bakıma psikoz bir şiirdir; çünkü burada doğa kişileştirilmiş bir dünya, canlı hiyerogliflerden oluşmuş bir kehanet dilidir. Bu mistik ve şiirsel deneyimin diğer yanı mutlak nihilizmdir; bu durumda dünya bir bütün (unus mundus) değil, bir hiçlikten ibarettir ve psikoz varolmayışın duygusal keşfidir.
İki mantık evreninin, rüya egosu ile uyanıklık egosunun iki uzlaşmaz görüşünün birbirinin içine karışıp birleşmesi, benliğin yenilgisiyle sonuçlanan dinamik değerler bileşkesinden arkaik simgesellik, paleolojik düşünce, kavramın algısallaştırılması, soyutun somutlaştırılması ve iradenin zayıflaması gibi psikotik görüngüleri ele alan yapısal değerler bileşkesine geçişi açıklar. Bilinçdışının aşırı gücü, rüya egosu onunla birlikte yaşamayı becerebilse, hissedilmeyebilir. Arkaik malzemenin bolluğu çocukça ve ataç bir zihniyetin içimizdeki varlığını hep sürdürdüğünü, aynı zamanda da rüya egosunun bilinç dünyasına gündüz yolculuğuna geçtiğini gösterir. Dünyasını apansız değiştiren her kişilikte olduğu gibi, rüya egosu da yeraltından yerüstüne kaçınca nasıl davranacağını bilemez hale gelir. Bu arada rüya egosuyle gizli ittifakının bozulması bilinç egosunu güçsüzleştirir ve onu kendi mekanında bir yabancı haline sokar. Böylece bilinç egosu bilinçdışının garip içeriklerinin etkisi altına girer ve hatta kendisini bilinçdışının grotesk elemanlarıyla özdeşleşmeye bırakır. Bu hal psikozdaki kişinin bir hayvan gibi davranmaya başlamasına, yani likantropiye varabilir. Düşlerinde sık sık vahşi köpekler gören bir analizan psikoza girince bir köpek gibi davranmaya başladı. Çevresindeki insanların duygu ve düşünceleri ona koku olarak geliyordu, olumlu duygu ve düşünceler gül esansı, olumsuz duygu ve düşünceler ise sülfürik asit kokusu taşıyordu. Bilinçdışındaki vahşi köpekle özdeşleşerek tıpkı bir köpek gibi duygu ve düşüncelerin kokusunu alma gücünü kazanmıştı. Varsanıları kendi bilinçdışı düşüncelerinin ses ve imgelere dönüşmesi değil, başkalarının bilinçöncesi düşüncelerinin ve duygularının koku duyumuna dönüşmesiydi. Rüya egosu rüya dünyasının vahşi köpeklerinden kaçabilmişti, ama bu kez bilinç egosu onlara yakalanmıştı. Bilinç egosunun köpeklerle özdeşleşmesi bu psikotik olgunun son derece kendine özgü bir görüngüsüydü, çünkü analizan bu deneyimden sonra bir daha rüyalarında köpek görmedi ve analizanın rüya egosu bir daha köpeklerden gelen bir tehdit algılamadı.
Bilinçdışındaki rüya egosuyla bilinçteki uyanıklık egosu arasındaki dikey simbiyoz, rüya egosunun çekilmez hale gelmiş rüya dünyasından bilince kaçmasıyla yatay kopuk bir varoluşa geçer. Psikozdaki yatay kopuk diyoskürik egoların birbirleriyle olan ilişkisiyle Zerdüşt ve Iroquois Kızılderililerinin söylencelerindeki ikizlerin aralarındaki ilişkiler birbirine çok benzemektedir. Bu söylencelerde ikizler köklü bir muhalefetle belirgin bir yatay varoluş sürdürür. Aynı biçimde rüya egosu ve bilinç egosu da psikotik durumda ruhun simetrik olarak birbirleriyle zıtlaşan ikizleridir.
Diyoskürik ego, ancak biri yeraltı dünyasının kahramanı, diğeri bilincin merkezi olan iki ego arasında dikey bir simbiyoz, Participation Mystique varsa aklen sağlam kalabilir. Bir düşte rüya egosunun ölüm tehlikesi geçirmesi çoğu zaman bu dengenin değişeceğine işaret eder. Rüya egosunun öldüğünü gösteren bir düşün sürmesi oldukça ender rastlanan bir olaydır. Bir analist, kronik şizofrenisi olan bir kadının rüyasında rüya egosunun öldüğünü, ancak rüyanın sürdüğünü anlatmıştı. Rüyada ölen kadın akrabaları tarafından uzun bir cenaze töreniyle gömülüyordu. Bir zaman sonra bu kadın gerçekten de asit içerek kendini öldürmüştü. Kişi, genellikle rüya egosunun feci şekilde öldüğü bir yadan uyanırken bir mini psikoz geçirir. Rüya, ya simbiyotik ikizinin ölümünü tasavvur edemeyen bilinç egosunun sansürüyle, ya da bilinçdışında ölmekte olan rüya egosunun kaçıp bilince sığınmasının uyuyanı uyandırmasıyla sona erer. Kutsal İkiz söylencelerindeki yeniı,en diriliş örneklerinde olduğu gibi bilinç egosunun ilk tepkisi rüya egosunu rüya dünyasında diriltmek ve uyandıktan sonra dikey simbiyozu korumaktır. Çünkü dikey simbiyozun bilinçte kopuk yatay bir varoluşa dönüşmesi örgensel panikle birlikte müthiş bir ölüm ve füzyon anksiyetesine yol açar. Eğer bilinç egosu yeteri kadar güçlüyse derhal ruh üzerinde denetim kurar ve bilinçdışındaki içeriği değiştirerek rüya egosunun rüya dünyasına geri dönüşüne yardımcı olur. Bu durumda, bir kâbustan uyandıktan sonra birkaç saniye ya da dakika süren bir psikoz söz konusudur. Eğer rüya egosu çok örselenmişse ve rüya dünyasına geri dönmeye korkuyorsa, aynı zamanda bilinç egosu kendisine ve rüya egosuna yeterli desteği sağlayamıyorsa, o zaman psikoz sürer gider.
Rüya egosunun yeraltı dünyasından kaçışı, rüya egosunun gündüz yolculuğudur. Bu yolculuk dış dünyayla füzyona ve Participation Mystique’e yol açar. Böyle bir durumda kişi geçmiş rüya imgelerinin karikatürlerini iradesinin dışında davranışlarına aktarabilir. Ama bu safhada bile kişi uyuyabiliyor ve rüyasını anımsayabiliyorsa, rüya görme sırasında bütün rüya dünyasıyla Participation Mystique halinde olmayacaktır. Bir varsayım olarak, ruhsal gelişimin çok erken evrelerinde bebeğin bilinç egosunun tıpkı dış dünyayla olduğu gibi bütün rüya dünyasıyla da Participation Mystique içinde olduğundan ve bebeğin bilinç egosunun zamanının çoğunu uykuda yeraltındaki simbiyotik ikizini bulmaya çalışarak geçirdiğinden söz etmiştim. Bir erişkinin tüm rüya dünyasıyla Participation Mystique kurması ancak bilinç egosunun uyku sırasında rüya dünyasına bizzat girmesiyle mümkün olur. Bu tür bir rüya örneği vermek istiyorum:
“Mutfaktayım. Pencereden dışarı bakıyor ve bir bardak İngiliz çayı içiyorum. Rüyada mıyım, değil miyim bilemiyorum. Gerçek hayatta olduğuma karar veriyorum. Ama birden, kısa bir dinlenme için bir süre önce yatmış olduğumu anımsıyorum. O halde, her şeyin son derece gerçek görünmesine karşın rüyada olmalıyım. Sonra bu rüya dünyasına bizzat girmeye karar veriyorum. Müthiş meraktayım. Bilincim rüyaya girerse ne olacak acaba, kestiremiyorum. Bilincim rüyaya girmeye başlıyor. Rüyada hiçbir görüntü değişmiyor, ama artık rüyada kimim bilemiyorum. Bir ruh her şeyi sarmalıyor ve bu ruh benim. Kendimi çok kötü hissediyorum. Uyanmak istiyorum ama uyanamıyorum. Uyanmak için kendimi zorluyorum, ancak başaramıyorum. Bu rüya böyle sürüp giderse öleceğimi hissediyorum. Sonunda uyanabildim ve uyandığım için kendimi çok rahat hissettim.”
Bu çok az rastlanan bir rüyadır. Bu tür bir rüyayla ancak bir kez karşılaştım. Rüyalarda bilincin simgelerini görürüz; ancak bilincin kendisiyle karşılaşmaya alışkın değiliz. Rüya egosunun kendi ikizi ve ikizleriyle beraber olduğu rüyalarda bile, bu ikizler kişiliğin ve ruhsal sürecin simgesel temsilcileridir. Rüya egosu da dahil olmak üzere bunların hiçbirisi bilincin kendisi değildir. Bu az rastlanan rüyada, rüya egosu bilinç egosunu rüya dünyasına çağırarak olacakları görmek ister. Rüya bilinç için bir simge yaratacağı yerde, bilinç egosu rüya egosunun da hazır bulunduğu bir mutfak ortamında rüya dünyasına bizzat girer. Bilinç egosu göze görünmemektedir, çünkü o bir ruhtur (Belki başka bir ruhsal katmanda görülebilirdi).
Yukarıdaki rüyada parçalanma ya da apokaliptik imgeler söz konusu değildir. Rüyada hiçbir şey değişmemektedir, ancak öznel duygu apokalipsten de berbattır. Rüya egosu da dahil olmak üzere bütün rüya imgeleriyle bir Participation Mystique söz konusudur. Rüya egosu, rüyadaki bütün diğer imgeler gibi dingindir, rüya dünyasında onun varlığını tehdit eden bir şey yoktur. Bilinç egosu içinse rüya dünyasına girme, kendisi için bir çeşit eriyip gitme, yok olmadır. Bilinç egosu ait olduğu yere geri dönmek ister, ancak, rüya egosunun rüya dünyasından kaçtığı rüyaların aksine, uyanmakta güçlük çeker. Çünkü bilinç egosu rüyalar alemindedir ve rüya dünyasının eşiğinde kalarak kendini yalnızca bilinçdışındaki rüya egosuyla özdeşleştireceğine, bütün bilinçdışı ruh ile kaynaşmış durumdadır.
Kutsal ikizler hemen her yerde insanoğlunun ataları kabul edilir. İlk insanlar olarak bir başka özellikleri de herkesten önce ölmeleri ve böylece ölüler dünyasının ilk sakinleri olmalarıdır. Ölüler dünyasının en kıdemli sakinleri olarak Kutsal ikizler aynı zamanda o dünyanın yöneticileridir de. Farklı mitolojilerde ikiz söylenceleri gündüz-gece bölünmesini temsil eder. İkizler tahakküm ve edilgenlik, saldırganlık ve sabır gibi çifte özellik örneklerini sergiler. Hint-Avrupa Kutsal İkiz söylencelerinde ikizlerden biri savaş, at ve kuvvetle, diğeri de evcimen işlerle bağdaştırılmıştır.
Kutsal İkizlerin bütün nitelikleri rüya egosu ve uyanıklık egosu için de geçerlidir. Örneğin uyanıklık egosu Zürih’te domestik bir sekreterken, rüya egosu eski bir kovboy kentinde bir silahşordur (Bir analizan ve rüyalarından). İkizlerin insanoğlunun atası olduğunu anlatan söylenceyi psikolojik terimlere tercüme edecek olursak insan ruhunun ikizleri olan uyanıklık egosu ve rüya egosunun kişisel ve bireysel düzlemde insanın kimliğinin atası olduğunu iddia edebiliriz.
(Bu yazı, Dr. Murat Kemaoğlu’nun Psikoterapide Yarım Asır kitabından alınmıştır. Kitabı güvenli online olarak satın almak için şu linke gidebilirsiniz.
Dar bir alanda, karanlık denilebilecek bir loşlukta, tanıdığın tanımadığın insanların telaşlı koşuşturmasını izlersin. Heyecanın dizginleri birkaç saat önce sendeyken artık başkalarına geçmiştir. Büyümüş göz bebekleri ile gözlerini kocaman açarak neler olduğunu anlamaya çalışmak, tutacak bir el bulmak istersin. Hiç konuşamayacakmış gibi sesin kısılır. Düşünceler karışır.
Ya sesim giderse ya unutursam, terledim mi, ayakkabılarım sıkıyor mu, ya o kadar süre ayaklarım şişerse. Annem, “Hep ayakta durunca ayakların şişer” der.
Notalara bir daha bakarsın. Son bir kontrol. Ellerinin teri kağıtları yumuşatır. Gözlerini kapatıp, repertuvarı tekrar etmeye çalışırsın. Bir ses yarıda böler çalışmanı. “15 dakika kaldı. Haydi arkadaşlar”. Kalbinin sesi konuşmalara karışır. Bir el omzuna değer, saçını okşar. Önünde eğilip, gözlerinin içine bakarak, her şeyin çok güzel olacağını söyler. Yüzüne gelen o tebessümle, daha dik omuzlarla, titreyen bacaklarınla sahnede sessizce yerini alırsın. Küçük eller birbirini tutar, gözler birbirine değmez. Yıllarca birlikte olduğun arkadaşının endişesi de seni ele geçirir diye korkarsın. Bakmazsın kimseye. Sadece perdenin arkasına, o kalın, ağır, kırmızı perdenin arkasına gözlerini dikersin. Zaman durur. Koşuşturmalar biter. Nefesler tutulur ve PERDE!
Aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır çıkar. Açtığı her alandan, sahneye hafif bir ışık süzülmeye başlar. Işığa seyircilerin fısıltıları eşlik eder. Tepeye vardığında, sesler kesilir, hareketler durur ve IŞIK!
Aydınlık gözünü kamaştırır. Az önce yarı karalıkta görülen insan siluetleri yok olur. Kapatamazsın gözlerini çünkü sahnedesin ve ALKIŞLAR! Karışık, tek düze olmayan alkış seslerinin içinden gelen ŞEF!
Koro şefi yürüyerek sahneye çıkar. İşte o zaman alkışlar düzene girer. Seyircileri önce o, sonra onun komutu ile bizler. Selamlama, hep birlikte başların hafifçe öne eğilmesi ile olur. Daha fazlası olmaz.
Sehpanın başına gelir. Sırtını seyirciye, yüzünü bize döner. Gözleri, sevgisi, gülüşü o kadar çoktur ki. Hepimize yeter. Göz kırpar, gülümser, kollarını kucaklarcasına açar ve işte o anda gücünüz her şeye yetecekmiş gibi hissedersiniz. Bir bütün olursunuz. Tek ses, tek vücut onun işaretlerini izlersiniz.
Orkestranın alışıldık sesi, sizin sesinizle bütünleşir. Her notayı fark etmeden yaşarsınız. Kimi zaman hafifçe yağan bir yağmurun damlalarının dereye karışması gibi, kimi zaman derenin çağlaması, kimi zaman yağmurun şiddetlenmesi gibi…
Yağmur damlaları dereye, dere denize, deniz okyanusa kavuştuğunda, ayaklarınız yere basar, sesler söner, yüreğinizde sevgi mutluluk coşar…
“Bildik gelen geçer imiş, bildik konan göçer imiş Aşk şarabın içer imiş bu mânâdan her kim duyar”
Yunus Emre
Tanrıtanımaz olarak bilinen varoluşçulardan olan Sartre, oturduğu yerde, bir kestane ağacının köklerini incelerken birden içinde duyduğu ve adına iç bulantısı dediği bir duyguyla kendine gelir. Yazdıkları çok karamsardır çoğunlukla, ama aslında her insanın içinde bulunan gelgitleri, anlamsızlık duygusunu, açmazlarını ve hiçliğini yakalar o anda. Tam da o anda. Anlamsızlık ve kaybolmuşluk içinde olmak ya da varolmak algısıdır bu aslında. Diğer bir deyişle insanın nasıl varolamadığının verdiği acının resmi.
Shakespare’in “olmak ya da olmamak” sorusunu Prof. Dr. Salih Akdemir “olmak ya da şimdi olmak” olarak yeniden sorar. Gözüme uykunun girmediği gecenin tanıyla başlayan cırcır böcekleri de bana bu soruyu yeniden sordurmuştu. Zihnimde dönüp duran sorular, haksızlığa ya da ihanete uğramışlık gibi gelen duygunun dayanılmaz ağırlığı, coşkunun ve yaşama dair bir sevincin olmaması, beynimin o ıssız, derin ve karanlık artık dehliz gibi gelmeye başlayan kıvrımlarında dolanıp dururken bu işitmekte duyarsız kalamayacağım sesler o anda, tam da o anda sanki bana seslenmişti. İlahî bir koroda gibi cırcır böcekleri aslında kendi teslimiyetlerini yaşarken bana da beni hatırlatmışlardı. Bu durumu yaklaşık yedi sene önce deneyimlemiştim. Artık farkındalığım eskisi gibi değildi. Zaman zaman, rutine bindiremesem de nefes ve meditasyon çalışmalarını şekilsel olmayan bir şekilde hayatın içinde deneyimlediğim sık olmaya başlamıştı. Yani o genleşmiş zamanla gelen sebepsiz iç neşeleri gibi, düşünmeden kalbimden geçene tanık oluşum gibi, yemek yaparken, konuşurken, bir çocukla oynarkenki namaz hallerim gibi…
Öte yandan ummanı geçip de derede boğulurcasına aşamadığım konular vardı. Hani derler ya aydınlandığınızı düşünüyorsanız ailenizin yanına üç beş gün gidin diye. En çok canımı yakan konuları, kardeşlerle biraraya geldiğimizdeki o öfke patlamalarını aşamayışımız gibi. Neden hala insanların birbirlerine saygılı olamamalarını sorgulamak gibi…
Hepimizin içinde bir çocukluğa inen “temel dramatik temamız vardır. Karşılanmasını beklediğimiz temel ihtiyaçlarımızı, temel ihtiyaç maddelerini arar gibi aradığımızda sonucun hep “acı” çekmek olduğunu kendi hayat deneyimimiz gösterir. Çünkü sorunun kaynağına inemeyince anlayabilmek ve çözebilmek için hayatımızda benzer durumları ve ilişki türlerini defalarca yaratırız ve sonuç alamayız. Freud, “yineleme dürtüsü” der bu duruma. Asla zihnimizle kavrayamadığımız ve çözemediğimiz ama tekrarlarını yarattığımız bir durumdur bu. Sürekli tekrarlarız, ta ki yorulup aradığımızın başkasında olmadığını anlayana ve aramayı bırakana kadar.
Eskiden kendimi yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot gibi hissederdim. Doğrudan üstüne giderdim her şeyin , sanki her haksızlığın hesabını ben sormalıymışım gibi. Ama hayat, insana en çok da kendisini öğreten bir öğretmen ya da bir tiyatro sahnesi gibi…
Bütün beşeri bilimler, insana insanlık var olduğundan bu yana “Kendini Bil” der. Kendini bilmek ise, bir kendini tanıma meselesidir. İnsanın kendini tanıması ise asla tek başına olmaz. Bir kutsi hadiste, Tanrı’nın kendini bilinmez bir hazine olarak tanımladığından ve bilinmek istediğiyle alemi yarattığından bahsedilir. İnsanın da kendini tanıması , bir oluş varlığı olarak olabilmesi için yekdiğerlerine, seyre, oluşlara ihtiyacı vardır.
İşte bu konular şu geçtiğimiz bir haftada grubumuzda olan yazışmalar, hayrette kalışlarım, sorgulayışlarım ve kendime dönüşlerimle ilgili bir süreçte, yazma atölyesinin son “oyun” ve “sahne ya da perde arkası” başlıklı konuları ile örtüştü, uyanış oldu. Hani Yunus Emre’nin o “sen sanmadığın yerde şayet açıla perde” dizelerindeki gibi bir perde kalkıverdi adeta. Ama benim için zorlayıcı oldu.
Ben de tam gruptan çıkmalı mıyım, Murat Bey’e yazmalı mıyım derken Murat Bey’e yazan ya da arayanların ifşası ile daha şiddetli bir dalgalanmayı yaşadığımı fark ettim. Önce kendimi suçladım; zira gruba “bu fazla konuşma ve yazışmaları dengelemek için ne yapabiliriz” diye ilk ben bir öneri sunmuştum ama yazışmalar öyle bir hal aldı ki, sanki dış dünyada yaşadığımız yangınlar, iç dünyalarımızın tezahürü gibiydi…Derken manevi yolun bana öğrettiği bekleme, sabırlı olma, olanın ardını görme isteğini hayata geçirebildim. Tabii bu dalgalanmaların durulup beni bu bildiklerimi uygulama aşamasına getiren yine Murat Bey’in ve Cankat Bey’in tiyoları oldu. Bunlar sahnede rolünü unutanlara suflörlük yapan birinin hatırlatmaları gibiydi. Yazma Atölyesinin sahnesinde toz dumana karışmışken, ağlayan, gülen, hastalanan ve oyunu terk edenler varken, ben seyirci koltuğuna çekilip bir de dışardan bakmak istedim bize. Öyle ya tiyatro madem antik Yunanda “görme yeri” olarak kurulmuştu; öyleyse benim görmem gereken neydi? Ya ben de çekip gidecektim ya da tam da şimdi ne olduğunu, ne olduğumu anlayarak aldığım rolü yerine getirecektim.
Oyunlar, tiyatro eserleri çocukları hayata hazırlarken, büyükleri de hakikate yaklaştırırlar. İnsanların ve kültürlerin kendilerini sıradan, değersiz, anlamsız bulmalarının ve indirgenmiş hissetmelerinin nedeni ne olabilir? Diye sordum. Tanrıtanır /Dindar Varoluşçulardan Gabriel Marcel’i hatırladım. Marcel, bu konuda eksik olanın, “ontolojik açı, yani varlık duygusu” olduğuna dikkat çekmektedir. Varlık duygusunun bu yitimi der Marcel, işlevi varoluşun önünde görme eğilimiyle ilişkilidir. Yani insan kendini bir insan ya da benlik olarak görmek yerine, metroda bir jeton satıcısı, bir manav, bir profesör bir devlet başkanı olarak görmekte ve tanımlamaktadır.
Öte yandan yine Marcel’e göre: “Kişi için varolmak, kendini kendi içine hapsederek değil, kendini hemcinslerine ve nihai noktada Mutlak Varlığa doğru açarak ve kendini aşarak kendini gerçekleştirmektir. Hal böyle olunca varoluşsal olan ile metafizik olan arasında birleştirici bir yol bulunmaktadır ve bu yol bireyin kendi varoluşsal derinliğini, imkân ve sınırlarını fark edebilmesinden geçmektedir.
İşte grupta yaşananları ve neden birbirimizle birlikte oluşabildiğimizi, neden başkalarına saygıyla yaklaşmamız, birbirimizde kendimizi görürken, kendi hallerimizden örnekle başkasını nasıl anlamamız gerektiğini görmeme vesile oldu bu son yaşananlar.
Bu olanların perde ve oyunla olan ilgisi ise beni Peygamber kıssalarına götürdü genelde. İnsanı ilk etapta şaşkına çeviren ama sabredilerek beklendiğinde bambaşka sonuçlarla karşılaşılan olayları, konuları hatırlattı genelde.
Özelde ise “perde” olarak betimlenen, o gerçeğin, bilincimin üstünü örten, örttükleri veya örtmüş olduğum her ne ise başkalarını seyrederken farkına varıp, anlayıp da kaldırdığım veya kaldırılan ve o ana kadar bana görünmemiş olanla ilgili idi.
Burada Murat Beyin yaptığı katalizörlük, herkesin kendi hayatının sorumluluğunu almasını gerektirdiği gibi, hem herşeye dahil olup hem hiçbir şeye müdehale etmeyerek herkesin bir aradalığını da gerekli kılan bir süreçte kalmayı öğretti. Bu bir haftalık süreç sanki benim 50 yıldır kendi evimin içindeki kişilere bakışımı da genişletti. Sanki beni onlara onları bana kazandırdı. Çünkü biz tek başımıza insan olamıyorduk.
Böylece yaşayarak, empati kurarak, diğerinin penceresinden bakarak, neleri yapabileceğimi görüp nerelerde duracağımı fark ederek kendimi, karşıdakini ve hayatı tanıma ya da öğrenme sürecini deneyimleyerek OYUNu ve ardını anladım. Herkesin anlama ve değişim sürecinin aynı olmadığını gördüm. Her sorun çıkışında şimdiye kadar yaptığım gibi kendimden ve istediklerimden vazgeçmeden de bir yerde durabileceğimi ve her an yeni bir yaratmada olanın her an yarattığının farklı olabileceğini ve her şeye bakışım değişince şiddetinin de değişebileceğini deneyimledim.
Bu oyun, aslında benim kendimi tanıma sahnesine çıkarken, sahne gerisinde yönetmenle anlaştığım üzere, hem kendime hem de başkalarının kendini tanımasına katkı sağlayacak esas rolü oynamam gerektiğini hatırlatan bir oyun oldu. Herkese ve kendime teşekkürlerimle